4/NİSA
Bu
sure, büyük bölümüyle miras hukuku, belli derecede kan bağı olanlar arasında
evliliğin yasaklanması ve evlilik ilişkileri gibi konuları kapsayan aile hayatı
ile ilgili genel sorunları ve kadın haklarını ele aldığından, Nisâ’ (“Kadınlar”) olarak adlandırılmıştır.
Başlangıç ayeti, insan soyunun temel bütünlüğünü ve bu bütünlükten doğan, kadın
ile erkeğin birbirine karşı yükümlülüklerini vurgulamaktadır. Surenin büyük
bölümü, savaş ve barış hallerine ilişkin pratik düzenlemelere ve müminlerin
kafirler ile, özellikle de ikiyüzlüler (münafıklar) ile ilişkilerine
ayrılmıştır. 150-152. ayetler, peygamberlere inanmadan Allah'a inanmanın
imkansızlığını vurgular ve bu da yalnız Muhammed (s)'in değil, Hz. İsa'nın da
peygamberliğini inkar eden Yahudiler ve Hz. İsa'yı “Allah'ın kulu olmaktan
kaçınacak kadar asla gurura kapılmadığı” (172. ayet) halde tanrılaştıran ve
Muhammed (s)'i inkar eden Hristiyanlar konusuna götürür. Nihayet, insanın
amaç(lar)ının sosyal davranış(lar)ından ayrılmazlığını vurgulamak istercesine
son ayet ile tekrar miras hükümlerine dönülür.
Bu
surenin bir bütün olarak Medine dönemine ait olduğunda şüphe yoktur. Vahiy
sıralamasında ya hemen Âl-i ‘İmrân'ın
arkasından gelir, yahut -bazı otoritelere göre- zaman olarak ikisinin arasına Ahzâb ve Mümtehine sureleri girer. Ancak, birkaç ayeti daha erken bir döneme
ve 58. ayeti de daha sonraya ait olmasına rağmen, surenin tümünün hicretten
sonra dördüncü yılda nazil olmuş bulunması kuvvetle muhtemeldir.
1
EY İNSANLAR! Sizi bir tek can(lı)dan yaratan, ondan eşini var eden1 ve her ikisinden pek çok kadın ve erkek
meydana getiren Rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Kendisi adına
birbirinizden [haklarınızı] talep ettiğiniz Allah'a karşı sorumluluk bilinci
duyun ve bu akrabalık bağlarını gözetin. Şüphesiz Allah, üzerinizde daimî bir
gözetleyicidir.
2
O halde yetimlere mallarını verin, [kendi] değersiz malları[nızı] [onlara ait]
güzel şeyler ile değiştirmeyin ve onların mallarını kendi mallarınız ile
birleştirerek tüketmeyin.2 Bu, doğrusu büyük bir
suçtur.
3
Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman, size helal
olan [diğer] kadınlardan3 biri ile evlenin –[hatta]
ikisi, üçü veya dördü [ile]; ama onlara adil bir tarafsızlıkla muamele
edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman [sadece] bir tane ile– yahut meşru
şekilde sahip olduklarınız4 ile (evlenin). Bu, doğru
yoldan sapmamanız için daha uygundur.
4
Kadınlara mehirlerini hiçbir karşılık beklemeden verin;5 ama eğer onlar, kendi rızalarıyla bir kısmını
size bırakırlarsa ondan hoşnutluk ve gönül rahatlığıyla faydalanın.
5
Allah'ın koruyasınız diye sizin sorumluluğunuza bıraktığı malları muhakeme
yeteneği zayıf kimselere emanet etmeyin;6 ama bu mallarla onların geçimlerini
karşılayın, onları giydirin ve onlarla nazik bir şekilde konuşun. 6 [Sorumluluğunuz altındaki] yetimleri
evlenebilecekleri yaşa gelinceye kadar deneyin; sonra aklen olgunlaştıklarını
tesbit ederseniz, mallarını onlara iade edin; (sakın,) onlar büyümeden önce,
aceleyle ve müsrifçe harcayarak mallarını tüketmeyin. Zengin olan kimseyi
[vesayeti altındakinin malından] tamamen uzak tutun. Fakiri ise ondan uygun bir
şekilde istifade ettirin. Mallarını kendilerine teslim ettiğinizde, onlar adına
şahitler bulundurun ve [unutmayın ki] nihai hesap sorucu olarak Allah kafidir.
7
EBEVEYNİN ve akrabanın geride bıraktıklarından erkekler bir pay alacaklardır.
Ebeveynin ve akrabanın bıraktığında, ister az ister çok olsun, kadınların da
bir payı olacaktır; [Allah tarafından] tayin edilen bir paydır bu!
8
[Mirasın] bölüştürülmesi sırasında [öteki] akrabalar, yetimler ve muhtaçlar7 hazır bulunduklarında, onlara geçinmeleri için
bir kısmını ayırın ve onlarla nazik bir şekilde konuşun. 9 Ve onlar, [o kanunî mirasçılar] [Allah'tan] korksunlar; eğer
kendileri arkalarında kendi haklarını koruyamayacak durumda olan çocuklar
bıraksalardı onlar için mutlaka endişe duyarlardı; işte böyleleri, Allah'a
karşı sorumluluklarının bilincinde olsunlar ve [yoksulların hakları konusunda]
dürüst ve insaflı olan neyse onu dile getirsinler.
10 Yetimlerin
mallarını günahkarca yiyip bitirenler, sadece karınlarını ateşle doldurmuş
olurlar. Çünkü [öteki dünyada] yakıcı bir ateşe mahkum olacaklar.
11
ÇOCUKLARINIZ[ın varisliği] konusunda Allah size [şunu] emreder:8 Erkek, iki kadının hissesine eşit [bir miktar]
alacaktır; ama ikiden fazla kadın varsa, onlara, [ebeveynlerinin] geride
bıraktıklarının üçte-ikisi verilecektir; sadece bir tane varsa, onun yarısını
alacaktır.
[Ölenin]
anne-babasına gelince, geride bir çocuk bırakması durumunda, her biri terekenin
altıda-birini alacaktır; ama hiç çocuk bırakmamışsa ve anne-babası onun [tek]
mirasçısı ise, annesi üçte-birini alacaktır; eğer [ölenin] erkek ve kız
kardeşleri varsa, o zaman annesine, yapmış olduğu herhangi bir vasiyeti veya
[ödemek zorunda olduğu] borcu düşüldükten sonra [terekenin] altıda-biri
verilecektir.
Anne-babalarınıza
ve çocuklarınıza gelince, hangisinin sizin bırakacağınız fayda ve imkanlara
daha layık olduğunu bilemezsiniz. [İşte bu nedenledir] Allah'tan gelen
emirler... Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
12
Çocukları olmayan kadınlarınızın terekelerinin yarısı sizin olacaktır; ama bir
çocuk bıraktılarsa, yapmış oldukları vasiyet veya [ödemek zorunda oldukları]
borçları [düşüldük]ten sonra terekelerinin dörtte-birini alacaksınız. Eğer çocuğunuz
yoksa, dul zevceleriniz,9 terekenizin dörtte-birini
alacaktır; ama eğer geride çocuğunuz varsa, yapmış olduğunuz vasiyet veya
[ödemek zorunda olduğunuz] borçlar düşüldükten sonra terekenizin sekizde-birine
sahip olacaklardır.
Eğer
kadın veya erkek, birinci dereceden bir mirasçıya sahip değilse, ama bir erkek
veya kız kardeşi varsa, bunların her birine altıda-bir düşer; ama ikiden fazla
kişi10 varsa, o zaman, yapılmış olan vasiyetler veya
[ödenmekle yükümlü olunan] borçlar [düşüldük]ten sonra [kalan mirasın]
üçte-birini alacaklardır. Bu her iki durumda da [mirasçılar] bir zarara
uğratılmamalıdır.11
[Bu],
Allah'ın bir emri[dir]; ve Allah, her şeyi bilendir, halîmdir.
13
Bunlar Allah tarafından konulan sınırlardır. Kim Allah'a ve Elçisi'ne tâbi
olursa, Allah onu, mesken olarak içinden ırmaklar akan hasbahçelere koyacaktır;
bu büyük bir mazhariyettir. 14 Kim
de Allah'a ve Elçisi'ne isyan eder ve O'nun [koyduğu] sınırları ihlal ederse,
onu içinde yerleşip kalacağı ateşe atacaktır; ve onu alçaltıcı bir azap beklemektedir.
15
HAYASIZCA davranışlarda bulunan kadınlarınıza gelince, aranızdan onların
işlediği suça şahit olan dört kişi çağırın; bunlar onun için şahitlik
yaparlarsa, suçlu kadınları12 ölüm alıp
götürünceye yahut Allah onlara [tevbe etmeleri suretiyle] bir kapı açıncaya
kadar evlerine hapsedin. 16
Suçluların her ikisini de [böyle] cezalandırın;13 ama eğer ikisi de tevbe eder ve gidişatlarını
düzeltirlerse, onları kendi hallerine bırakın: çünkü Allah tevbeleri kabul
edendir, rahmet kaynağıdır.14
17
Doğrusu, Allah'ın tevbeleri kabul etmesi, ancak bilmeyerek kötülük işleyen ve
sonra, zaman geçirmeden15 tevbe edenlere
mahsustur. Allah onlara rahmetiyle tekrar yönelecektir, zira Allah her şeyi
bilendir, hikmet sahibidir. 18 Oysa
ne ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında “Şimdi
tevbe ediyorum!” diyenlerin16 tevbesi
kabul edilecektir, ne de hakikat inkarcısı olarak ölenlerin; Biz, işte
böylelerine şiddetli bir azap hazırlamışızdır.
19
SİZ EY imana ermiş olanlar! Hanımlarınıza, onların arzusu hilafına [baskı
yaparak] mirasçı olma[ya çalışma]nız17 helal
değildir. Ve açık bir şekilde hayasızca davranma suçu işlemedikçe18 vermiş olduğunuz herhangi bir şeyi geri almak
amacıyla onlara baskı yapmayın.
Ve
hanımlarınızla19 güzel bir şekilde geçinin; çünkü onlardan
hoşlanmıyor olsanız bile, olabilir ki hoşlanmadığınız bir şeyi Allah büyük bir
hayra vesile kılmış olabilir.20
20
Ama eğer bir kadını bırakıp yerine başka birini almak isterseniz, birincisine
verdiğiniz hiçbir şeyi -ne kadar çok da olsa- geri almayın.21 Ona iftira ederek ve bu yüzden açık bir günah
işleyerek22 verdiğinizi geri almak hiç olur mu? 21 Kendinizi birbirinize adadıktan ve
eşiniz23 sizden sağlam bir taahhüt aldıktan sonra onu
nasıl geri alabilirsiniz?
22
BABALARINIZIN daha önce evlenmiş olduğu kadınlarla evlenmeyin, ama geçmişte
olanlar geçmişte kalmıştır.24 Bu,
kesinlikle utanç verici bir fiildir, çirkin bir şeydir ve kötü bir yoldur.
23
Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız ve teyzeleriniz; kız ve
erkek kardeşlerinizin kızları; ve süt anneleriniz ile süt kardeşleriniz;
eşlerinizin anneleri; ve kendileriyle gerdeğe girmiş olduğunuz eşlerinizden
doğmuş olan üvey kızlarınız -ki onlar sizin evlatlıklarınızdır- size haram
kılınmıştır; fakat gerdeğe girmemişseniz [kızlarıyla evlenmenizde] bir günah
yoktur; ve kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın eşleri de [size haramdır];
aynı anda ve birlikte iki kız kardeşi [eş olarak] almanız da [yasaklanmıştır];
ama geçmişte olanlar geçmiştir.25 Çünkü
Allah, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.
24
Meşru şekilde [nikah yoluyla] sahip olduklarınız dışında bütün evli kadınlar
[size haramdır].26 Bu, üzerinize farz olan Allah'ın buyruğudur.
Bunların dışında kalan bütün [kadınlar], kendilerine mal varlığınızdan [bir
kısmını] vermeniz27 ve gayrimeşru bir ilişki ile değil de evlilik
bağı yoluyla meşru bir şekilde almak kaydıyla size helaldir.
Kendileriyle
evlenmek istediğiniz kadınlara hak ettikleri mehirlerini verin; ama bu meşru
yükümlülük [üzerinde anlaştık]tan sonra [başka] bir şey üzerinde serbestçe
anlaşmanızda sizin için bir sakınca yoktur.28 Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, hikmet
sahibidir.
25
Aranızdan her kim, içinde bulunduğu şartlardan dolayı hür bir mümin kadın ile
evlenecek durumda değilse,29 onu, meşru şekilde sahip
olduğunuz30 mümin genç kızlardan biri [ile evlendirin].
Allah, imanınız ile ilgili her şeyi bilir; her biriniz diğerinizin bir
benzeridir.31 O halde fuhuşta bulunmayan, dost tutmayan32 ve meşru evlilik bağını gözeten kadınlarla
sahiplerinin iznini alarak evlenin ve mehirlerini uygun şekilde kendilerine
verin. Onlar evlendikten sonra gayriahlakî bir davranışta bulunurlarsa, hür
evli kadınların tâbi oldukları cezanın yarısıyla cezalandırılırlar.33
Bu
[cariyeler ile evlenme izni], günah işlemekten korkanlarınız34 içindir. Fakat sabırla direnmeniz [ve bu tür
evliliklerden kaçınmanız] sizin için daha hayırlıdır. Allah çok affedicidir,
rahmet kaynağıdır.
26
Allah [bütün bunları] size açıklamak, öncekilerin [doğru] hayat tarzlarına sizi
yöneltmek35 ve size bağışlayıcılığı ile yaklaşmak ister;
zira Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. 27 Allah size bağışlayıcılığı ile yaklaşırken [yalnızca] kendi
ihtiraslarının ardından gidenler ise doğru yoldan sapmanızı isterler.36
28
Allah yüklerinizi hafifletmek37 ister;
zira insan zayıf yaratılmıştır.
29
SİZEY imana ermiş olanlar! Birbirinizin mallarını haksız yollarla -karşılıklı
rızaya dayanan ticaret yoluyla da olsa-38 heba etmeyin ve birbirinizi mahvetmeyin; zira
Allah, sizin için bir rahmet kaynağıdır. 30
Bunu düşmanca bir niyetle ve zulüm için39 yapana gelince, Biz onu zamanı geldiğinde
ateşin [azabın]a mahkum edeceğiz; zira bu Allah için kolay bir şeydir.
31
Uzak durmanız emredilen büyük günahlardan kaçınırsanız, [küçük] kusurlarınızı
örteriz ve sizi şerefli bir meskene yerleştiririz.40
32
O halde Allah'ın kimilerinize diğerlerinden daha fazla bağışladığı nimetlere
imrenmeyin. Erkekler kendi kazançlarından bir fayda sağlarlar, kadınlar da
kendi kazançlarından... Bu nedenle lütfu[ndan size bahşetmesini] Allah'tan
dileyin; şüphesiz Allah, her şeyin tam bilgisine maliktir.
33
Herkes için [bir şeyler] bırakabileceği mirasçılar tayin etmişizdir:
anne-babalar, yakın akrabalar ve kendileriyle ahitleştiğiniz kimseler;41 öyleyse onlara paylarını verin, zira Allah her
şeye şahittir.
34
ERKEKLER, kadınları, Allah'ın kendilerine onlardan daha fazla bağışladığı42 nimetler ve sahip oldukları servetten
yapabilecekleri harcamalarla koruyup gözetirler. Dürüst ve erdemli kadınlar,
gerçekten Allah'ın koru[nmasını buyur]duğu mahremiyeti koruyan43 sadık ve itaatkar kadınlardır.
Kötü
niyetlerinden44 korktuğunuz kadınlara gelince, onlara [önce]
nasihat edin; sonra yatakta yalnız bırakın; sonra dövün;45 ve bundan sonra itaat ederlerse onları
incitmekten kaçının. Allah gerçekten yücedir, büyüktür.
35
Şayet [evli] bir çift arasında anlaşmazlık doğmasından korkarsanız, erkeğin ve
kadının ailelerinden birer hakem tayin edin; eğer iki taraf da işi düzeltmek
isterse, Allah onları uzlaştırır. Bilin ki Allah, gerçekten her şeyi bilendir,
her şeyden haberdar olandır.
36
[YALNIZCA] Allah'a kulluk edin ve O'ndan başka hiçbir şeye asla ilahlık
yakıştırmayın.46
Anne-babanıza
ve yakın akrabanıza, yetimlere ve muhtaçlara, kendi çevrenizden olan komşulara
ve yabancı komşulara,47 yanınızdaki-yakınınızdaki arkadaşa, yolcuya ve
meşru yollarla malik olduklarınıza iyilik yapın.48
Doğrusu
Allah böbürlenerek küstahça davrananları sevmez; 37 [ve] cimrilik yapan, başkalarına da cimriliği tavsiye eden ve
Allah'ın kendilerine bağışladığı nimetleri gizleyenleri de... Böylece hakikati
inkar eden herkes için utanç verici bir azap hazırladık.
38
Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmadıkları halde mallarından başkalarına [sırf]
insanlar görüp takdir etsinler diye harcayanlar[ı Allah sevmez]; yakın dostu
şeytan olan kişi, ne kötü dost sahibidir!49
39
Onlar sadece Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorlarsa ve Allah'ın kendilerine
rızık olarak bağışladığını [O'nun yolunda] harcıyorlarsa neden korksunlar ki?50 Allah onlar hakkındaki her şeyi bilir.
40
Şüphesiz Allah, kimseye zerre kadar haksızlık yapmaz; eğer hayırlı bir iş varsa
onu kat kat arttırır ve rahmetinden51 büyük bir
ödül bahşeder.
41
Öyleyse [Hesap Günü], her topluluk içinden şahitler52 getireceğimiz ve seni [ey Peygamber] onlar
aleyhine şahit tutacağımız zaman, ne olacak [o günahkarların hali]? 42 Hakikati inkara şartlanmış olanlar
ve Peygamber'e itaatsizlik yapanlar o Gün toprağın kendilerini yutmasını53 isteyecekler; ama onlar, olup-biten hiçbir
şeyi Allah'tan gizle[ye]meyeceklerdir.
43
SİZ EY imana ermiş olanlar! Sarhoş iken namaz kılmaya kalkışmayın,54 ne dediğinizi bilinceye kadar (bekleyin); ve
boy abdestini gerektiren bir durumda [iken de]55 yıkanıncaya kadar -seyahatte olmanız [ve
yıkanma imkanından yoksun bulunmanız] hali dışında- [namaza kalkışmayın]. Ama
eğer hasta iseniz veya seyahatteyseniz yahut tabii ihtiyacınızı yeni
gidermişseniz56 veya bir kadın ile birlikte olmuşsanız ve hiç
su bulamıyorsanız, o zaman temiz toprağı alın, [onunla] yüzünüzü ve ellerinizi
hafifçe ovun.57 Bilin ki Allah, gerçekten günahları
temizleyendir, çok affedicidir.
44
KENDİLERİNE ilahî kelâmdan bir pay verilmiş olanların58 şimdi onu sapıklık ile değiştirdiklerini ve
sizin [de] yoldan çıkmanızı istediklerini görmüyor musun? 45 Fakat Allah, düşmanlarınızın kimler olduğunu çok iyi bilir. Hiç
kimse Allah gibi dost olamaz ve hiç kimse Allah'ın yardım ettiği gibi yardım
edemez.
46
Yahudi itikadına mensup olanların bir kısmı, [vahyedilmiş] sözlerin anlamını
çarpıtırlar; sözleri asıl bağlamından kopararak, [şimdi yaptıkları gibi]
“İşittik ama karşı çıkıyoruz!” ve “Dinleyin ama kulak asmayın!”59 ve “Asıl sen biz[im sözümüz]e kulak ver [ey
Muhammed]!” derler; böylece dilleriyle oyun oynarlar ve [sahih] itikadın yanlış
olduğunu îma etmeye çalışırlar.60 [Halbuki]
onlar, sadece “İşittik ve itaat ediyoruz!” ve “[Bizi] dinle, bize katlan!”
deselerdi, bu onların gerçekten yararına ve daha dürüstçe bir davranış olurdu:
ama hakikati reddettikleri için Allah onları lânetledi; zira onların
inandıkları, basit birkaç şeyden ibarettir.61
47
Siz ey [geçmişte] kendilerine vahiy bahşedilmiş olanlar! [Şimdi,] sahip
olduğunuz [hakikati] tasdik edici olarak indirdiğimiz vahye inanın ki
ümitlerinizi boşa çıkarmayalım ve onları sona erdirmeyelim,62 tıpkı Sebt'i ihlal eden o toplumu
lânetlediğimiz gibi; zira Allah'ın irade ettiği şey mutlaka icra edilir.63
48 ŞÜPHESİZ Allah, dilediği
kimselerin daha hafif günahlarını64 bağışladığı halde, Kendisine ortak koşulmasını
asla bağışlamaz: zira Allah'a ortak koşanlar, gerçekten korkunç bir günah
işlemiş olurlar.65
49
Kendilerini tertemiz sayanların66 farkında
değil misin? Hayır, aksine Allah dilediğini temize çıkarır ve kimseye kıl kadar
haksızlık yapılmaz.67
50
Bakın, kendi uydurduklarını nasıl da Allah'a isnad ediyorlar? Bundan daha açık
bir günah olamaz.68
51
Kendilerine ilahî kelâmdan bir pay verildiği halde [şimdi] asılsız muammalara
ve şeytanî güçlere inananların69 ve
hakikati inkara şartlanmış olanların, müminlerden daha doğru yolda olduklarını
iddia edenleri görmüyor musun? 52
Allah'ın lânetledikleri işte bunlardır: ve Allah'ın lânetine uğrayan kişi de
kendisine yardım edecek kimse bulamaz.
53
Yoksa onlar [Allah'ın] hükümranlığına ortak mıdırlar?70 Ama [eğer öyle olsaydı], onlar başkasına bir
hurma çekirdeği[ni dolduracak] kadar bile bir şey vermezlerdi!
54
Yoksa onlar, Allah'ın zenginlik ve cömertliğinden başkalarına bahşettiği
nimetler dolayısıyla onları kıskanıyorlar mı?71 Oysa Biz İbrahim ailesine vahiy ve hikmet
bahşetmiş ve onlara güçlü bir hükümranlık vermiştik. 55 Aralarında o'na72 [gerçekten] inananlar da vardı, o'ndan yüz
çevirenler de...
Ve
hiçbir şey cehennem [ateşi] kadar yakıcı olamaz! 56 Mesajlarımızın doğruluğunu inkara şartlanmış olanları zamanı
geldiğinde ateşe mahkum edeceğiz; [ve] derileri her yanıp döküldüğünde onları
yeni derilerle değiştireceğiz ki azabı [tam olarak] tadabilsinler.73 Şüphe yok ki Allah kudret ve hikmet sahibidir.
57
Buna mukabil, iman edip doğru ve yararlı işlerde bulunanları içlerinden
ırmaklar akan hasbahçelere koyacağız, orada sonsuza kadar kalacaklar; ve orada
tertemiz eşlere sahip olacaklar; (böylece) onları sonsuz mutluluğa
eriştireceğiz.74
58
ALLAH, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdî etmenizi ve her ne
zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder.75 Allah'ın size yapılmasını tavsiye ettiği
[şey], mutlaka en güzel [şey]dir: Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, her
şeyi görendir.
59
Siz ey imana ermiş olanlar! Al-lah'a, Peygamber'e ve aranızdan76 kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara
itaat edin; ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve
Peygamber'e götürün,77 eğer Allah'a ve Ahiret
Günü'ne [gerçekten] inanıyorsanız. Bu [sizin için] en hayırlısıdır ve sonuç
olarak da en iyisidir.78
60
SEN [ey Peygamber], sana ve senden öncekilere indirilene inandıklarını iddia
eden, [ama öte yandan] şeytanî güçlerin hakimiyetine teslim olmakta beis
görmeyenlerin79 farkında değil misin? Halbuki, Şeytan'ın
kendilerini derin bir sapıklığa yöneltmek istediğini görerek onu inkar etmekle
emrolunmuşlardı. 61 Böylece her ne
zaman kendilerine, “Allah'ın indirdiğine ve Peygamber'e gelin!” denilse, bu
ikiyüzlülerin senden nefretle yüz çevirdiklerini görürsün.80
62
Fakat bu dünyada yaptıkları yüzünden81 [Hesap
Günü] başlarına felaket geldiğinde ne olacak [onların hali]; o zaman sana gelip
Allah'a yeminle, “Bizim niyetimiz, iyilik yapmak ve uyum sağlamaktan başka bir
şey değildi” [diyecekler]?82
63
Ama Allah onların kalplerindeki her şeyi bilir; o halde kendi hallerine bırak
onları, öğüt ver ve onlarla durumları hakkında etraflıca konuş: 64 Zira Biz her peygamberi, ancak,
Allah'ın izniyle kendisine tâbi olunsun diye göndermişizdir.83 Eğer onlar, kendi kendilerine zulmettikten
sonra, sana gelip Allah'tan bağışlanma dileselerdi -Peygamber de onların
bağışlanması için dua etseydi- Allah'ın tevbeleri kabul edici ve bir rahmet
kaynağı olduğunu tereddütsüz görürlerdi.
65
Ama hayır, Rabbine andolsun ki onlar, [ey peygamber], aralarında anlaşmazlığa
düştükleri her konuda seni hakem yapmadıkça ve sonra da senin kararına
kalplerinde hiçbir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle tâbi olmadıkça,
[gerçekten] inanmış olmazlar.84
66
Fakat biz onlara “Hayatlarınızı feda edin!” yahut “Yurtlarınızı terk edin!”
diye emretmiş olsaydık,85 çok azı bunu yapardı.86 Oysa, tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı,
bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları [imanlarında] daha güçlü
kılardı; 67 bu durumda Biz onlara
rahmetimizden büyük bir mükafat verirdik 68
ve onları dosdoğru bir yola yöneltirdik.
69
Allah'a ve Peygamber'e itaat edenler, Allah'ın nimetlerini bağışladığı
kimselerden olacaklardır: peygamberler, hakikatten hiç sapmamış olanlar,
hakikate [hayatlarıyla] şahitlik yapanlar ve dürüst ve erdemli olanlar: işte
böylelerininki ne güzel birliktelik[ler]dir!
70
Bu, Allah'ın lütfudur; ve hiç kimse Allah'ın sahip olduğu bilgiye sahip olamaz.
71 SİZ EY imana ermiş olanlar! İster küçük gruplar
halinde ister toplu halde, savaşa giderken tehlikelere karşı hazırlıklı olun.87
72
Aranızda mutlaka geride kalanlar olacak ve o zaman, başınıza bir felaket
geldiğinde, “Onlarla birlikte bulunmamamız Allah'ın bize bir lütfudur!”
diyecekler. 73 Ama Allah'tan size
bir zafer ihsan edildiğinde, bu kimseler,88 kuşkusuz -sizinle kendileri arasında bir
sevgi/bağlılık sorunu olmamış gibi- “Keşke onlarla birlikte olsaydık da o büyük
başarıdan [bir pay] kapsaydık!” diyeceklerdir.
74
Öyleyse, bu dünya hayatını ahiret ile takas etmek isteyenler Allah yolunda
savaşsınlar! Allah yolunda savaşan herkese, ister öldürülmüş olsun ister zafer
kazansın, zamanı geldiğinde büyük bir mükafat ihsan edeceğiz.
75
Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve “Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu
topraklardan kurtar[ıp özgürlüğe kavuştur] ve rahmetinle bizim için bir
koruyucu ve destek olacak bir yardımcı gönder!” diye yalvaran çaresiz erkekler,
kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz?89
76
İmana ermiş olanlar Allah yolunda savaşırlar, hakikati inkara şartlanmış
olanlar ise şeytanî güçler uğrunda. O halde Şeytan'ın dostlarına karşı savaşın;
Şeytan'ın hile ve tuzakları kesinlikle zayıftır.90
77
KENDİLERİNE “Ellerinizi çekin,91 namazlarınızda dikkatli ve daim olun,
arındırıcı (malî) yükümlülüğünüzü yerine getirin!” denilenlerden haberdar değil
misin? Ama onlara [Allah yolunda] savaşmaları emredilir edilmez, bazısı,
Allah'tan korkması gerektiği gibi -hatta daha da büyük bir korkuyla-
insanlardan korkmaya başlar ve “Ey Rabbimiz! Neden bize savaşmayı emrettin?
Keşke bize biraz mühlet verseydin!” derler.
De ki:
“Bu dünyanın keyfi ve rahatlığı çok kısa ömürlüdür -ama ahiret, Allah'a karşı
sorumluluklarının bilincinde olanlar için en iyisidir- çünkü hiç biriniz, kıl
kadar haksızlığa uğramayacaksınız. 78
Nerede olursanız olun, ölüm gelip sizi bulacaktır, göğe yükselen kulelerde
olsanız bile.”
Onlar
güzel şeylere kavuştuklarında, bazıları “Bu Allah'tandır!” derler; ama
başlarına bir kötülük gelince, “Bu senin yüzündendir [ey arkadaş]!” diye feryad
ederler.92
De ki:
“Hepsi Allah'tandır!”
O
halde bu insanlara ne oluyor da kendilerine bildirilen hakikati93 kavramaya yanaşmıyorlar?
79
Size gelen her iyilik Allah'tandır; başınıza gelen her kötülük de kendinizden.94
SENİ
[ey Muhammed,] bütün insanlığa bir elçi olarak gönderdik: ve hiç kimse [buna]
Allah'ın şahitliği gibi şahitlik yapamaz. 80
Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur; yüz çevirenlere gelince;
Biz seni onlara bekçilik yapman için göndermedik.
81
Onlar, “Biz sana itaat ediyoruz.”95 derler,
ama yanından uzaklaştıklarında, içlerinden bir kısmı, gecenin karanlığında,
senin dile getirdiğin [i-nançlar]dan başka şeyler tasarlarlar;96 ve Allah onların böyle gece karanlığında tasarladıkları
her şeyi kaydeder. O halde kendi başlarına bırak onları ve yalnızca Allah'a
güven; zira hiç kimse Allah kadar güvene layık olamaz.
82
Onlar bu Kur’an'ı hiç anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o, Allah'tan başka birinden
gelmiş olsaydı onda mutlaka birçok (tutarsızlık ve) çelişkiler bulurlardı!97
83
ONLAR98 savaş veya barış ile ilgili herhangi bir
[gizli] konuda bilgi sahibi olduklarında onu dışarıya yayarlar; halbuki onu
Peygamber'e ve müminler arasından99 kendilerine otorite e-manet edilmiş olanlara
arzetmiş olsalardı, gizli bilgiler elde etmekle uğraşanlar100 onu[nla ilgili olarak ne yapılması
gerektiğini] mutlaka bilirlerdi.
Ama
Allah'ın size lütfu ve rahmeti sayesinde aranızdan çok az kimse Şeytan'ın
ardına takılmıştır.
84
O halde sen101 Allah yolunda savaş -çünkü sen, yalnızca kendi
nefsinden sorumlusun- ve müminleri ölüm korkusunu yenmeleri için teşvik et!102 Allah, hakikati inkara kalkışanların gücünü
kırmaya muktedirdir; çünkü Allah iradesinde güçlü ve cezalandırmasında
şiddetlidir.
85
Kim haklı bir dâvâ uğrunda üstün çaba gösterirse, onun kazandıracağı
nimetlerden bir pay alacaktır103 ve kim
de haksız bir dâvâ için koşturursa, sorumluluğunun hesabını104 verecektir: Çünkü Allah, her şeyi
gözetleyicidir.
86
[Barış] selâmıyla selâmlandığınız-da daha güzel bir selâm ile karşılık verin
veya [en azından] benzeri ile.105 Şüphesiz
Allah her şeyin hesabını tutmaktadır.
87
Allah -ki O'ndan başka ilah yoktur- [geleceği] hakkında hiçbir şüphe olmayan
Kıyamet Günü sizi bir araya toplayacaktır. Kimin sözü Allah'ın sözünden daha
doğru olabilir?
88
Allah onları suçlarından dolayı [bizzat] dışladığı halde,106 münafıklar hakkında nasıl mütereddit
olabilirsiniz?107 Allah'ın sapıklık içinde bıraktığı kimseyi
doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Oysa Allah'ın sapıklık içinde
bıraktıklarına asla bir çıkış yolu bulamazsın. 89 Onlar, kendilerinin inkar ettiği gibi, sizin de hakikati inkar
etmenizi isterlerdi ki siz de onlar gibi olasınız. O halde, Allah rızası için
zulüm ve kötülük diyarını terk edinceye kadar108 onları kendinize dost edinmeyin; ve eğer [açık
bir] düşmanlığa yönelirlerse, onları nerede bulursanız yakalayın ve öldürün.
Onlardan
hiç birini109 ne dost, ne de hâmi edinmeyin, 90 eğer bir anlaşma ile bağlı
bulunduğunuz insanlarla ilişkisi olanlardan veya size yahut kendi toplumlarına
savaş açmak [fikrin]den kalplerine ürküntü geldiği için size yaklaşanlardan
değillerse. Halbuki Allah onları sizden daha güçlü kılsaydı, mutlaka size savaş
açarlardı.110 Ama onlar sizi bırakır, savaş açmaktan
vazgeçer ve barış teklif ederlerse, Allah onlara zarar vermenize müsaade etmez.111
91
Hem sizden hem de kendi kavimlerinden emin olmak isteyen, [ama] kötülük eğilimi
ile her karşılaştıklarında kendilerini gözü kapalı ona kaptıran başkalarını[n
da var olduğunu] göreceksiniz.112 O halde
şayet onlar sizi bırakmaz, sizinle barışa yanaşmaz ve üstünüzden ellerini
çekmezlerse, onları gördüğünüz her yerde yakalayın ve öldürün: İşte size
kendileriyle açıkça [savaşma] izni ver-diklerimiz113 bunlardır.
92
HATAEN olmadıkça bir müminin başka bir mümini öldürmesine asla izin verilemez.114
Bir
mümini hataen öldüren kişi, mümin bir canı özgürlüğüne kavuşturmak ve maktulün
akrabalarına115 diyet ödemekle yükümlüdür, meğer ki onlar
bundan vazgeçmiş olsunlar.
Maktulün,
kendisi bir mümin olmasına rağmen, sizinle savaş halinde olan116 bir topluluğa mensup ise, [diyet], mümin bir
canı özgürlüğüne kavuşturmak [ile sınırlı olacaktır]; ama o, sizin anlaşma ile
bağlı bulunduğunuz bir topluluğa mensup ise [ödenecek bedel], mümin bir canı
özgürlüğüne kavuşturmanın yanında akrabalarına ödenecek bir diyet[i de
kapsayacaktır].117 Fakat yeterli imkanlara sahip olmayan, [bunun
yerine] peşpeşe iki ay oruç tutmalıdır.118
[Bu],
Allah tarafından emredilen bir karşılık[tır] ve Allah gerçekten her şeyi
bilendir, hikmet sahibidir.
93
Fakat her kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası, cehennemde kalmak
olacaktır. Allah onu mahkum edecek, lânetleyecek ve onun için korkunç bir azap
hazırlayacaktır.
94
[O halde] siz ey iman edenler, Allah yolunda [sefere] çıktığınız zaman
karşılaştığınız durumu açıkça kavramaya çalışın ve size barış teklif edene -bu
dünyevî hayatın gelip geçici kazançlarına duyduğunuz (özlem ve) istekle- “Sen
mümin değilsin!”119 demeyin. Çünkü asıl kazanç Allah katındadır.
Siz de bir zamanlar aynı durumdaydınız,120 ama Allah size karşı lütufkar davranmıştı.
Öyleyse muhakemenizi kullanın: Şüphesiz Allah, yap-tığınızdan her zaman
haberdardır.
95
BİR MAZERETLERİ olmaksızın mü-cadeleden kaçınan müminler121 ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla
çaba gösterenler122 bir olamaz: Allah, mallarıyla ve canlarıyla
üstün çaba gösterenleri mücadeleden kaçınanlardan daha üstün bir mertebeye
yüceltmiştir. Allah bütün [müminler]e nihai güzellik vaad etmiş olmasına
rağmen, Allah yolunda üstün çaba gösterenleri, [kendilerine] büyük bir mükafat
[vaad ederek] mücadeleden kaçınanlardan üstün kılmıştır, 96 [hesapsız] mertebelerle ve günahların bağışlanmasını ve
rahmetini [vaad ederek]; çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.
97
Melekler, kendilerine zulmeden kimselere canlarını alırken soracaklar: “Neyiniz
vardı sizin?”123
Onlar:
“Biz, yeryüzünde çok güçsüzdük” diye cevap verecekler.
[Melekler],
“Allah'ın arzı sizin kötülük diyarını terketmenize yetecek kadar geniş değil
miydi?”124 diyecekler.
Böylelerinin
varış yeri cehennemdir, ne kötü bir varış yeri! 98 Ama -erkek olsun, kadın olsun, çocuk olsun- hiçbir gücü olmayan
ve kendilerine doğru yol gösterilmeyen125 çaresiz kimseler bunun dışındadır: 99 Allah onların günahlarını silebilir.
Çünkü Allah günahları silendir, çok bağışlayıcıdır.
100
Ve kim Allah için kötülük diyarını terk ederse, yeryüzünde çok tenha yollar126 ve bereketli hayatlar bulacaktır. Kim de
Şeytan'dan Allah'a ve Peygamberi'ne göç etmek uğruna e-vini terk eder ve sonra
onu ölüm alırsa, onun mükafatı da Allah katındadır; çünkü Allah gerçekten çok
bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.
101
YERYÜZÜNDE [sefere] çıktığını-zda, hakikati inkara şartlanmış olanların âniden
üzerinize saldırmasından127 korkarsanız
namazlarınızı128 kısaltmanız günah olmaz: Çünkü o hakikati
inkar edenler sizin apaçık düşmanlarınızdır. 102 O halde sen müminler arasında129 iken onlara namazda imamlık yapacaksan,
[yalnızca] bir bölümünün, silahlarını kuşanmış olarak seninle namaza
durmalarına izin ver. Onlar namazlarını bitirdikten sonra, namazlarını eda
etmemiş olan diğer grubun her türlü tehlikeye karşı hazır vaziyette ve
silahlarını kuşanmış olarak gelip seninle namaza durmaları sırasında size
koruyuculuk yapsınlar;130 [çünkü] hakikati inkara
şartlanmış olanlar sizin silahlarınızı ve teçhizatınızı unutup bırakmanızı
isterler ki âni bir baskınla üzerinize saldırabilsinler.131 Fakat yağmurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz132 yahut hasta iseniz [namaz kılarken]
silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur; ama tehlikeye karşı [daima]
hazırlıklı olun.
Allah,
şüphesiz, hakikati inkar edenler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
103
Namazınızı bitirdiğinizde Allah'ı anın -ayakta iken, otururken ve uzanmış
halde- ve yeniden güvenliğinizi sağladığınızda namazlarınızı [eksiksiz] eda
edin. Namaz, bütün müminler için [günün] belli zamanları ile kayıtlı kutsal bir
yükümlülüktür.
104
[Düşman] ordusunu takib etmekte korkak davranmayın. Eğer sıkıntı çekerseniz,
bilin ki onlar da sizin gibi sıkıntı çekiyorlar; ama siz, Allah'tan onların
ümit edemediklerini [alacağınızı] ümit ediyorsunuz. Ve Allah her şeyi bilendir,
hikmet sahibidir.
105
BİZ SANA, hakikati ortaya koyan bu ilahî kelâmı indirdik ki insanlar arasında
Allah'ın sana öğrettiğine göre hüküm verebilesin.133 O halde ihanet edenlerle tartışmaya girme, 106 ama Allah'a [onları] bağışlaması
için dua et;134 unutma ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet
kaynağıdır.
107
Kendi kişiliklerine ihanet edenleri savunma!135 Şüphe yok ki Allah, kendilerine ihanet
edenleri ve günahkarlıkta inat edenleri sevmez. 108 Onlar yaptıklarını insanlardan gizleyebildiler ama Allah'tan
gizleyemezler; çünkü gecenin karanlığında, Allah'ın tasvib etmediği düşünce ve
inançları136 her ne zaman tasarlasalar, Allah onların
yanıbaşındadır. Ve Allah onların bütün yaptıklarını [ilmiyle] kuşatır.
109
Sizler belki bu dünya hayatında onları savunabilirsiniz; ya Kıyamet Günü kim
onları Allah'a karşı savunacak, kim onların koruyucusu o-lacaktır?
110
Ama kim kötülük yapar yahut [başka şekilde] kendisine zulmeder de daha sonra
affetmesi için Allah'a yalvarırsa, Allah'ı çok bağışlayıcı ve rahmet kaynağı
olarak bulacaktır. 111 Çünkü günah
işleyen kimse, yalnız kendine zarar verir.137 Ve Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. 112 Ama kim bir hata yapar ve günah
işler de sonra onu suçsuz bir kimsenin üstüne atarsa, iftira suçu ve [hatta
daha da] iğrenç bir günah yüklenmiş olur.
113
Allah'ın sana lütfu ve rahmeti olmasaydı, o [kendilerine zulmede]n-lerden
bazısı seni saptırmaya çalışırdı; ama onlar kendilerinden başka kimseyi
saptıramazlar. Sana asla bir zarar da veremezler, çünkü Allah sana bu ilahî
kelâmı indirmiş, hikmeti [vermiş] ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın
sana olan lütfu gerçekten büyüktür.
114
YARDIMLAŞMAYI, iyi ve yararlı davranışları ve insanların arasını düzeltmeyi
öngören, bunları gerçekleştirmeye çalışan kimselerin yaptığı toplantılar
dışında gizli toplanmaların çoğunda hayır yoktur;138 ve bütün bu güzel eylemleri Allah'ın rızasını
kazanmak için yapana zamanı geldiğinde büyük bir mükafat vereceğiz.
115
Ama, kendisine hidayet bahşedildikten sonra Peygamber ile bağını koparan ve
müminlerin yolundan başka bir yola sapana gelince, onu kendi tercih ettiği
yolda bırakacak139 ve ona cehennemi tattıracağız: o ne kötü bir
sondur!
116
ALLAH, Kendisinden başka birine ilahlık yakıştırılmasını asla bağışlamaz, [ama]
dilediği kimsenin daha hafif günahlarını bağışlar: Çünkü Allah'ın yanısıra
başkasına ilahlık yakıştıranlar şiddetli bir sapıklığa düşmüş kimselerdir. 117 Onlar, Allah'ı bırakıp yalnızca
cansız sembollere140 sığınıyorlar; böylece isyankar bir Şeytan'a
sığınmış oluyorlar, 118 ki onu Allah
şöyle dediği için lânetlemiştir: “Senin kullarından kendi istediğimi mutlaka
alacağım, 119 onları saptıracağım ve
boş hevesler, özlemler ile dolduracağım; ben onlara emredeceğim, onlar da
[putperestçe bir kurban âdeti olarak] deve(lerin) kulaklarını
kesecekler; ve ben onlara emredeceğim, onlar Allah'ın mahlukatını ifsad
edecekler!”141
Ama
Allah'ı bırakıp Şeytan'ı kendilerine rehber edinenler, kesinlikle ziyana
uğrarlar. 120 Şeytan onlara vaadlerde
bulunur ve onları boş özlemlerle doldurur. Ama Şeytan'ın onlara vaad ettiği her
şey sadece akıl çelmekten başka bir şeye yaramaz.142 121
Böylelerinin varacağı yer cehennemdir ve oradan kaçış yolu bulamayacaklardır.
122
Ama imana erip yararlı ve doğru işler yapanları içlerinden ırmaklar akan
hasbahçelere koyacağız, orada sonsuza kadar kalacaklar. Bu, Allah'ın gerçek
vaadidir. Kimin sözü Allah'ın sözünden daha doğru olabilir?
123
Kötülük işleyen[in] cezalandırılacak [olması] ve kendisini Allah'a karşı savunacak
ve yardım edecek bir kimse bulamaması, ne sizin kuruntularınıza uygun düşer, ne
de geçmiş vahiy mensuplarının kuruntularına.143 124
Halbuki -ister erkek ister kadın olsun- iman edip [yapabileceği] doğru ve
yararlı işler yapan kimse cennete girecek ve bir hurma çekirdeği[ni dolduracak]
kadar bile haksızlığa uğramayacaktır.
125
Bütün benliğini Allah'a teslim eden, daima iyilik yapan ve her türlü bâtıldan
yüz çeviren İbrahim'in inanç sistemine -Allah'ın o'nu sevgisiyle yücelttiğini144 görerek- uyan kişiden daha iyi iman sahibi kim
vardır?
126
Çünkü göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir ve Allah her şeyi
kuşatmıştır.
127
ONLAR, kadınlar ile ilgili düzenlemeler145 konusunda kendilerini aydınlatmanı istiyorlar.
De ki: “[Bizzat] Allah onlarla ilgili hükümler konusunda sizi
aydınlatmaktadır”; nitekim kendiniz onlarla evlenmek istediğinizden onlar için
emredileni kendilerine vermediğiniz [sorumluluğunuz altındaki] yetim kızlar146 ile kimsesiz çocuklar ve sizin yetimlere karşı
adil davranma yükümlülüğünüz hakkında size tebliğ edilen bu ilahî kelâmda
[Allah'ın iradesi tezahür etmiş]tir. Ve ne iyilik yaparsanız, unutmayın ki
Allah onu tamamiyle bilir.
128
Eğer bir kadın, kocasının kötü muamelesinden veya kendisini terk etmesinden
korkarsa, [iki taraf] aralarında anlaşarak sorunlarını çözebilirler; zira
karşılıklı anlaşma en iyi yoldur ve bencillik, insan ruhunda her zaman
mevcuttur. Fakat iyilik yapar ve O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde
olursanız, bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
129
Ne kadar isteseniz de eşlerinize adaletle davranmak elinizde değildir.147 Dolayısıyla diğerlerini dışlayarak ve onları
kocası hem var hem de yokmuş gibi bir durumda bırakarak [içlerinden sadece]
birine yönelmeyin.148 Ancak her şeyi yoluna
koyar ve O'na karşı sorumluğunuzun bilincinde olursanız, bilin ki Allah çok
bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.
130
Eğer eşler149 ayrılırlarsa, Allah her birini lütfu ile
besleyip geçindirir. Çünkü Allah (lütfunda) sınırsızdır, hikmet sahibidir, 131 ve göklerde ve yerde olan her şey
Allah'a aittir.
BİZ,
hem sizden önce vahiy verilenlere, hem de size Allah'a karşı sorumluluğunuzun
bilincinde olmanızı emretmişizdir. Eğer O'nu inkar ederseniz, bilin ki göklerde
ve yerde olan her şey Allah'a aittir ve Allah Kendi kendine yeterlidir,
övülmeye layık olandır.
132
Göklerde ve yerde olan her şey Allah'a aittir ve hiç kimse Allah kadar güvene
layık olamaz. 133 O, eğer dilerse,
ey insanlar, sizi yok edip [yerinize] başka varlıklar geçirebilir: Çünkü Allah
bunu yapmaya gerçekten muktedirdir.
134
Kim bu dünyanın nimetlerini isterse, [ona hatırlat ki] hem bu dünyanın hem de
ahiretin nimetleri Allah katındadır ve Allah gerçekten her şeyi duyan, her şeyi
görendir.
135
SİZ EY imana ermiş olanlar! Sizin, ebeveyninizin ve akrabalarınızın aleyhine de
olsa, Allah rızası için hakikate şahitlik yaparak adaleti gözetmeye azmedin. O
kişi zengin de olsa fakir de olsa, Allah'ın hakkı onların her birinin
[hakkının] önüne geçer.150 Öyleyse, kendi boş arzu
ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Çünkü, eğer [hakikati]
çarpıtırsanız, bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.
136
Siz ey imana ermiş olanlar! Sımsıkı sarılın Allah'a ve Peygamber'e olan
inancınıza ve O'nun Peygamberi'ne safha safha indirdiği ilahî kelâma ve daha
önce indirdiği vahye:151 Zira Allah'ı,
meleklerini, vahiyleri, peygamberleri ve Ahiret Günü'nü inkar eden, gerçekten
şiddetli bir sapıklığa düşmüştür.152
137
İman edip sonra hakikati inkar eden ve tekrar iman edip yeniden hakikati inkar
eden ve sonra hakikati inkar etmedeki inatlarına boyun eğenlere153 gelince, Allah onları bağışlamayacak ve hiçbir
şekilde doğru yola eriştirmeyecektir. 138
Böyle ikiyüzlülere kendilerini şiddetli bir azabın beklediğini duyur.
139
Müminleri bırakıp hakikati inkar edenleri dost edinenlere gelince, onlarla
şeref kazanacaklarını mı umuyorlar? Unutmayın ki asıl şeref [yalnız] Allah'a
aittir.154
140
Allah bu ilahî kelâmda size buyurmuştur ki ne zaman Allah'ın mesajlarının inkar
edildiğini ve onların hafife alındığını duyarsanız, başka şeyler konuşmaya
başlayıncaya kadar bunu yapanların yanından ayrılmalısınız,155 yoksa kesinlikle onlar gibi olursunuz.
Bakın,
Allah, ikiyüzlüleri hakikati inkar edenlerle birlikte cehennemde toplayacaktır,
141 onlar ki, sadece başınıza
gelecekleri görmeyi beklerler: Böylece, eğer Allah'tan size bir zafer ihsan
edilirse, “Sizin yanınızda değil miydik?” derler; hakikati inkar edenlerin
şanslarının yaver gittiğini görünce de [onlara dönüp]: “Şu müminlere karşı sizi
savunarak sevginizi hak etmedik mi?” derler.156
Ama Allah,
Kıyamet Günü aranızda hükmünü verecek; ve hakikati inkar edenlerin müminlere
zarar vermelerine asla izin vermeyecektir.157
142
Bakın, bu ikiyüzlüler, Allah'ı kandırmaya çalışıyorlar; halbuki Allah onların
[kendi kendilerini] kandırmalarını sağlıyor.158 Onlar namaz için kalktıklarında, gönülsüzce,
sadece insanlar görüp takdir etsinler diye kalkarlar; Allah'ı da nadiren
anarlar; 143 bu taraftakilerle
diğerleri arasında bocalayıp dururlar, ne o tarafa ne de bu tarafa [sadık]
kalırlar. Allah'ın saptırdıkları için asla bir çıkış yolu bulamazsın.
144
Siz ey imana ermiş olanlar! Müminleri bırakıp hakikati inkar edenleri dost
edinmeyin! Suçluluğunuz konusunda Allah'ın önüne açık bir kanıt mı159 koymak istiyorsunuz?
145
Şüphe yok ki, ikiyüzlüler ateşin en dibine atılacaklar ve sen onlara yardım
edebilecek birini bulamayacaksın. 146
Ancak tevbe edenler, dürüst ve erdemlice yaşayanlar, Allah'a sımsıkı sarılanlar
ve yalnız O'na yürekten inanıp bağlananlar hariç: Zira bunlar müminlerle
birlikte olacaklardır ve zamanı geldiğinde Allah bütün müminlere büyük bir
mükafat bahşedecektir.
147
Eğer şükreder ve imana ererseniz neden Allah [geçmiş günahlarınızdan dolayı]
sizi azaba uğratsın? Bilirsiniz ki Allah şükredenlere karşılığını her zaman
veren ve her şeyi bilendir.160
148
Allah, bir kötülüğün, [ondan] zarar gören tarafından söylenmesi dışında, açıkça
zikredilmesini sevmez.161 Allah gerçekten her
şeyi duyan, her şeyi bilendir; 149
sizin, açıktan ya da gizli, iyilik yapıp yapmadığınızı yahut [size yapılmış
olan] bir kötülükten dolayı affediciliğinizi gösterip göstermediğinizi [bilir]:
u-nutmayın ki Allah, günahları bağışlayandır, kudret ve egemenliğinde
sınırsızdır.
150
ALLAH[a inanmak] ile elçileri[ne inanmak] arasında ayrım yapmaya çalışarak,
“Birine inanır, ama diğerini inkar ederiz!”162 demek suretiyle Allah'ı ve elçilerini inkar
edenler, (böylece de) arada bir yol tutturanlar (var ya); 151 işte bunlar hakikati gerçekten inkar edenlerdir: ve Biz
hakikati inkar edenler için aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır.
152
Allah'a ve peygamberlerine inanan ve onlar arasında hiçbir ayrım yapmayanlara163 gelince, zamanı geldiğinde Allah, onlara
mükafatlarını [tam olarak] bahşedecektir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, rahmet
kaynağıdır.
153
TEVRAT'IN izleyicileri,164 [ey Peygamber,] gökten
kendilerine bir vahiy indirmeni isterler.165 Onlar Musa'dan bunun daha büyüğünü istemişler
ve “Bizi Allah ile yüzyüze getir” demişlerdi de bu çarpıklıkları yüzünden
onları bir ceza yıldırımı çarpmıştı.166 Daha
sonra [altın] buzağıya tapmaya başlamışlardı, ve hakikatin bütün kanıtları
kendilerine geldikten sonra yapmışlardı bunu! Yine de bu [günahları]nı silmiş
ve Musa'ya [hakikatin] açık kanıtını bahşetmiştik; 154 ve Sina Dağı'nı verdikleri sözün delili olarak üzerlerine
yükseltmiştik. Onlara “Kapıdan tevazu içinde girin” demiş167 ve “Sebt Kanunu'nu ihlal etmeyin!” diye
uyarmıştık ve kendilerinden sağlam bir taahhüt almıştık.
155
Böylece, taahhütlerini çiğnedikleri, Allah'ın mesajlarını reddettikleri,
peygamberleri haksız yere öldürdükleri ve “Kalplerimiz zaten bilgi ile doludur”
diye böbürlendikleri için [onları cezalandırdık168], hayır, aslında Allah, hakikati
inkar etmelerinden dolayı onların kalplerini mühürlemiştir ve [şimdi] artık çok
az şeye inanırlar;169 156 ve hakikati inkar ettikleri ve Meryem'e korkunç bir iftira
attıkları için170 157
ve “Bakın, biz, Allah'ın Elçisi [olduğunu iddia eden] Meryem'in oğlu İsa
Mesih'i öldürdük!” diye böbürlendikleri için.
Aslında
o'nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler, sadece onlara öyle [olmuş gibi]
göründü; 171 ve o konuda farklı görüşler taşıyanlar da
gerçekten şaşkındılar, o'nunla ilgili [gerçek] bir bilgileri yoktu ve sadece
bir zanna uymuşlardı. Kesin olan şu ki o'nu öldürmediler: 158 Hayır, Allah o'nu Kendi katına yüceltti.172 Allah gerçekten kudret ve hikmet sahibidir. 159 Nitekim geçmiş vahyin
izleyicilerinden hiç kimse yoktur ki, ölümü anında, İsa ile ilgili hakikati
kavramamış olsun;173 ve Kıyamet Günü İsa, [bizzat] onlar aleyhine
hakikate şahitlik yapacaktır.
160
Böylece, o zaman, Yahudi itikadına mensup olanlar tarafından işlenen zulümden
dolayı, [daha önce] tattırdığımız hayatın bazı nimetlerinden onları yoksun
bıraktık;174 [böyle yaptık], çünkü Allah yolundan her an
sapmaktaydılar,175 161
yasaklandığı halde faiz alıyorlardı ve başkalarının malını haksız yere
harcıyorlardı. (Böylece,) onlar arasından hakikati inkar [etmeye devam] edenler
için şiddetli bir azap hazırladık.
162
İçlerinden bilgide derinleşmiş olanlara,176 sana ve senden öncekilere indirilmiş olana
iman edenlere, [özellikle] namazlarında dikkatli ve devamlı olanlara,177 karşılık beklemeden harcayanlara, Allah'a ve
Ahiret Günü'ne inananlara gelince; işte Biz, bunlara büyük bir mükafat
bahşedeceğiz.
163
BAK, [ey Peygamber,] Biz Nûh'a ve o'ndan sonraki bütün peygamberlere
vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik: tıpkı İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a,
Yakub'a ve İsa, Eyyub, Yunus, Harun ve Süleyman dahil onların torunlarına
vahyettiğimiz gibi; ve Davud'a bir ilahî hikmet kitabı178 bağışladığımız gibi; 164 ve hem daha önce179 sana
bildirdiğimiz [öteki] elçilere, hem de bahsetmediğimiz elçiler[e vahyettiğimiz]
gibi; ve Allah'ın Musa'ya sözünü söylediği gibi: 165 [Bütün bu] elçileri güzel haberlerin müjdecileri ve uyarıcılar
olarak [gönderdik] ki onlar[ın gelişin]den sonra insanın Allah karşısında bir
mazereti kalmasın: Allah gerçekten güç ve hikmet sahibidir.
166
Ama Allah, sana bahşettiği hakikate [Bizzat Kendisi] şahitlik yapar: onu kendi
hikmetinin bir ürünü olarak bahşetmiş ve melekleri de ona şahit tutmuştur; oysa
hiç kimse Allah'ın şahitliği gibi şahitlik yapamaz.
167
Hakikati inkar etmeye ve başkalarını Allah yolundan saptırmaya şartlanmış
olanlar, derin bir sapıklık içindedirler.
168
Hakikati inkar etmeye ve zulüm işlemeye şartlanmış olanları, Allah asla
affetmeyecek ve onlara bir yol göstermeyecektir; 169 cehennem yolundan başka, orada sonsuza kadar kalacaklardır: Bu,
Allah için çok kolaydır.
170
Ey insanoğlu! Elçi size Rabbinizden hakikati getirdi: o halde kendi iyiliğiniz
için inanın! Ve eğer hakikati inkar ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde olan
her şey Allah'a aittir ve Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir!
171
EY İNCİL'in izleyicileri! Dininiz[in temeli olan hakikat]in sınırlarını aşmayın180 ve Allah hakkında yalnız hakikati söyleyin!
Meryem oğlu İsa Mesih sadece Allah'ın Elçisi –O'nun Meryem'e ulaştırdığı
vaadi-[nin tahakkuku]– ve O'nun yarattığı bir can idi.181 O halde Allah'a ve peygamberlerine inanın ve
“[Tanrı bir] üçlüdür!” demeyin. Kendi iyiliğiniz için [bu iddiadan] vazgeçin.
Allah, Tek İlah'tır; çocuk sahibi olmaktan münezzehtir: göklerde ve yerde olan
her şey O'na aittir ve hiç kimse Allah kadar güvene layık değildir.
172
Ne İsa, Allah'ın kulu olmaktan kaçınacak kadar gurura kapıldı, ne de O'na yakın
olan melekler. O'na kulluk yapmaktan vazgeçecek kadar gurura kapılanlar ve küstahça
böbürlenenler [bilsinler ki Hesap Günü] Allah hepsini Kendi katında
toplayacaktır: 173 orada, iman edip
doğru ve yararlı işler yapanlara bütün mükafatlarını bağışlayacak ve lütfuyla
fazlasını da verecektir; gururlanan ve küstahça böbürlenenleri ise şiddetli bir
azap ile cezalandıracaktır: onlar kendilerini ne Allah'tan koruyacak ve ne de
yardım edecek birini bulabileceklerdir.
174
EY İNSANLAR! Rabbinizden size hakikatin bir tezahürü geldi ve size aydınlatıcı
bir ışık gönderdik. 175 Allah'a iman
edenlere ve O'na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları rahmeti ve lütfu ile
kuşatacak182 ve dosdoğru bir yol ile Kendisine
yöneltecektir.
176
ONLAR senden, kendilerini aydınlatmanı isterler.183 De ki: “Allah, birinci dereceden mirasçı
bırakmayanlar[dan kalan miras] ile ilgili kurallar konusunda [böylece] sizi
aydınlatır: eğer bir erkek, çocuk bırakmadan ölürse ve bir kız kardeşi varsa,
onun terekesinin yarısına kız kardeşi sahip olacaktır; kız kardeşin çocuk
bırakmadan ölmesi halinde ise erkek onun mirasını alacaktır. Fakat iki kız
kardeş varsa, ikisi [birlikte] onun terekesinin üçte-ikisine sahip olacaklar;
ve eğer erkek kardeşler ve kız kardeşler184 varsa, erkek iki kadının payı kadar alacak.”
Allah
[bütün bunları] size açıklar ki sapıklığa düşmeyesiniz; Allah her şeyi bilir.
DİPNOTLAR
1
Klasik müfessirlerin çoğu, nefs
terimine yüklenen pek çok anlam içerisinden -can, ruh, akıl, canlı varlık,
canlı, insan, şahıs, kimlik (şahsî kimlik anlamında), insanlık, hayat özü,
temel ilke ve diğerleri- “insan”ı tercih ederler ve bu terim ile burada Hz.
Âdem'in kasdedildiğini kabul ederler. Ama Muhammed Abduh bu yorumu reddeder (Menâr IV, 323 ve diğerleri.) ve onun
yerine, insan soyunun ortak kökenini ve kardeşliğini vurguladığı için (ki
yukarıdaki ayetin amacı da budur) “insanlık” karşılığını tercih eder; ayrıca
bunu Hz. Âdem ile Havva'nın yaratılması konusundaki Kitâb-ı Mukaddes'in
tasvirlerine yersiz şekilde bağlamaz. Nefs'i bu bağlamda “canlı” olarak
çevirmemin mantığı da aynıdır. Zevcehâ
(“eşi”) ifadesine gelince, zevc (“bir
çift”, “çiftten biri” veya “bir eş”) terimi, canlı varlıklarla ilgili olarak
bir çiftin veya bir ikilinin hem erkek hem de dişi tarafı için
kullanıldığından, insanlarla ilgili olarak da hem kadının eşini (kocasını), hem
de kocanın eşini (karısını) ifade eder. Râzî'nin naklettiğine göre, Ebû Müslim
“Ondan (minhâ) eşini yarattı”
ibaresini, “Onun kendi cinsinden (min
cinsihâ) eşini (karşı cinsini) yarattı” anlamında yorumlar ve böylece
Muhammed Abduh'un yukarıda işaret edilen görüşünü destekler. Minhâ'nın lafzen, “ondan” şeklinde
çevrilmesi, metin ile uyumlu olarak, her iki cinsin “bir tek canlıdan”
türetildiği biyolojik gerçeğini yansıtır.
2
Bu hüküm, yetimlerin çocukluk dönemlerindeki kanunî vasîleri ile ilgilidir.
3
Lafzen, “sizin için iyi ve güzel olanlar”dan -Yani, bu surenin 22-23.
ayetlerinde sıralanan yasaklanmış olanlar dışındaki kadınlardan (Zemahşerî,
Râzî). Hz. Peygamber'in dul eşi Hz. Ayşe tarafından yapılan bir yoruma göre bu,
yeterli mehir verme gücü bulunmayan veya mehir vermeye hazır olmayan
velilerinin evlenmek istediği yetim kızların (farazî) durumuna işaret
etmektedir. Bunun anlamı, sözkonusu velilerin böyle bir adaletsizlikten
kendilerini korumaları ve onlar yerine başka kadınlarla evlenmeleri
gerektiğidir (karş. Buhârî, Kitâbu't-Tefsîr;
Müslim ile Neseî). Ancak bu ayetin açıklanması konusunda Hz. Ayşe'nin
çağdaşlarının tümü kendisiyle aynı kanaatte değillerdi. Bu bakımdan Sa‘îd b.
Cübeyr, Katâde ve diğer Tâbiîn'e göre yukarıdaki pasajın anlamı şudur: “Nasıl
ki yetimlerin haklarına tecavüz etmekten haklı olarak çekiniyorsanız, aynı
şekilde evlenmeye niyetlendiğiniz kadınların hak ve çıkarları için de aynı
ihtimamı göstermelisiniz”. Taberî, bu pasaj ile ilgili yorumunda, yukarıdaki
açıklamanın değişik bazı şekillerini nakleder ve onu kesin olarak tasvip
ettiğini belirtir.
4
Lafzen, “sağ ellerinizin sahip oldukları” -Yani, Allah yolunda girişilen bir
savaşta esir alınanlar (bu konuda bkz. sure 2, not 167 ve 168, sure 8, not 72).
Açıktır ki “ikisi, üçü veya dördü (ile); ama ... korkarsanız” ibaresi, hem
cümlenin ilk bölümünde değinilen hür kadınlar, hem de esirler -çünkü bu her iki
isim de “evlenin” emir-fiili ile bağlantılı olarak kullanılmaktadır- ile ilgili
bir yan cümleciktir. Böylece cümlenin tümü şu anlama gelir: “Size helal olan
[diğer] kadınlar arasından veya meşru şekilde sahibi olduklarınız [arasın]dan
biri ile evlenin; [hatta] ikisi, üçü ya da dördü [ile]. Ama onlara adil bir
tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, [sadece] bir tane [ile]”.
Bununla, kadınların hür mü yoksa menşe itibariyle esir mi olduğuna
bakılmaksızın evlenilecek kadın sayısının dördü geçmemesi îma edilmektedir.
Muhammed Abduh, yukarıdaki ayeti işte bu şekilde anlamıştır (bkz. Menâr IV, 350). Bu görüş, ayrıca hem bu
surenin 25. ayeti, hem de kadın esirler ile evlilikten bahseden 24:32. ayet ile
desteklenmiştir. Yaygın görüşün ve geçen yüzyıllardaki pek çok Müslümanın
uygulamasının aksine, ne Kur’an ne de Hz. Peygamber'in örnek hayatı, evliliğe
dayanmayan cinsel ilişkiye hiçbir şekilde izin vermemektedir.
Birden
fazla (azamî dörde kadar) evliliğe izin verilmesine gelince, bu, “Onlara adil
bir tarafsızlıkla muamele edemeyeceğinizden korkarsanız, o zaman [sadece] bir
tane ile [evlenin]” hükmü ile öylesine sınırlandırılmıştır ki böylesi çok
evlilikten yalnızca çok istisnaî durumlarda ve istisnaî şartlar altında söz
edilebilir (bkz. 24:32'nin ilk cümleciği ve ilgili 42. not). Aynı iznin neden
kadınlara verilmediği de sorulabilir. Ama cevabı basittir: Kadın-erkek
ilişkilerini etkileyen ruhsal sevgi faktörüne rağmen cinsel isteği belirleyici
biyolojik faktör, her iki cinste de üremedir; ve kadın bir defada sadece bir
erkekten hamile kalıp diğerine hamile kalmadan önce dokuz ay beklemek zorunda
olduğu halde bir erkek her kadınla birlikteliğinden çocuk babası olabilir.
Böylece eğer kadına fıtraten çok-evlilik içgüdüsü verilmiş olsaydı sadece
israfta bulunulmuş olurdu; ama erkeğin çok-evlilik eğilimi, biyolojik bir
temele sahip bulunmaktadır. Açıktır ki biyolojik faktör, evlilikteki sevginin
unsurlarından yalnızca bir tanesidir ve elbette her zaman en önemlisi değildir;
ama yine de temel bir faktördür ve bu nedenle de evlilik kurumunun
belirleyicisidir. İnsan tabiatını daima hesaba katan bir geniş-görüşlülükle
İslam Şeriatı, erkeğin birden fazla kadın sahibi olmasına izin verip kadının
bir defada birden fazla erkek ile evlenmesine müsaade etmeyerek sadece
evliliğin sosyo-biyolojik işlevini (neslin korunması da dahil) korumayı
amaçlar; oysa ölçülemez olan ve bu nedenle hukukun kapsamı dışında kalan
evliliğin ruhsal yönü, tarafların tercihine bırakılmıştır. İslam'da evlilik
tamamen serbest bir sözleşmeye dayandığından, boşanma başvurusu, her iki tarafa
da daima açıktır. (Evliliğin kadın tarafından sona erdirilmesi konusunda bkz.
sure 2, not 218.)
5
Nihle ifadesi, kişinin hiçbir
karşılık beklemeden, kendi rızasıyla bir şeyi isteyerek vermesi anlamına gelir
(Zemahşerî). Ayrıca, damadın geline vermesi gereken mehrin miktarının hukuken
belirlenmemiş olduğu da unutulmamalıdır. Bu tamamen iki tarafın anlaşmasına
bağlıdır ve herhangi bir şeyi kapsayabilir, hatta sadece sembolik bir şeyi
bile... Hadis Külliyatı'nın çoğunda kaydedilen bazı sahih rivayetlere göre, Hz.
Peygamber, eğer gelin kabul etmeye istekli ise, “demir bir yüzüğün” veya “daha
da azı”nın, hatta “Kur’an'ın bir ayetinin öğretilmesi”nin bile yeterli
olabileceğini belirtmiştir.
6 Lafzen,
“Allah'ın size emanet ettiği mallarınızı”. İfadenin anlam örgüsü, bunun henüz
reşit olmamış ve bu nedenle “muhakemesi zayıf olan” (lafzen, “sefîh”) yetimler
ile ilgili olduğunu açık şekilde göstermektedir.
7
Yani, miras üzerinde hiçbir yasal hakları olmayan, ama yine de (mirasın
bölüştürülmesi sırasında) gözönüne alınmaları gereken insanlar.
8
Yakın akrabaya düşen kanunî miras paylarını açıklayan 11-12. ayetler ile ilgili
notlarımda, bu emrin bütün hukukî sonuçlarını tahlil etmeye girişmedim. Miras
kanunları, İslam Hukuku'nun çok özel ve ayrıntılı dallarından birinin konusudur
ve onların kapsamlı şekilde incelenmesi, Kur’an metnini belli bir ihtisası
olmayan okuyucunun anlayışına sunmaktan başka bir amaç gütmeyen açıklama
notlarının ilgi alanı dışında kalmaktadır.
9 Lafzen,
“onlar”.
10 Lafzen,
“ondan daha fazlası”. Klasik müfessirlerin çoğunluğuna göre bu pasaj, üvey
erkek ve kız kardeşlere atıfta bulunmaktadır. Öz erkek ve kız kardeşlerin
mirasları ise bu surenin sonunda (ayet 176) ele alınmaktadır.
11 Bu
tenbih, mirasçıları yasal haklarından mahrum etmeyi amaçlayan gerçek-dışı
borçlara ve vasiyetlere işaret etmektedir. Birçok sahih Hadis'e göre Hz.
Peygamber, yasal mirasçıların bulunduğu hallerde, başka kimselere, sahip olunan
mal varlığının üçte-birini aşan miktarda vasiyette bulunmayı yasaklamıştır
(Buhârî ve Müslim). Fakat miras üzerinde yasal hak sahibi bir yakın akraba
yoksa, miras bırakacak kişi, servetini istediği şekilde vasiyet etmekte serbest
bırakılmıştır.
12 Lafzen,
“onları”.
13 Lafzen,
“ve aranızdan bu suçu işleyen iki kişi (çıkarsa), her ikisini de cezalandırın”.
Müfessirlerin çoğuna göre, bu hem bir kadının ve erkeğin hayasızca
davranışlarına, hem de eşcinsel ilişkilere işaret etmektedir.
14 Bazı
müfessirler fâhişeh terimine (ki
burada “hayasızca davranış” olarak çevrilmiştir) zinâ veya “(kadın ile erkek arasındaki) gayrimeşru ilişki” anlamını
yüklemişler ve sonuçta bu ayetin, her iki suçlu tarafın da yüz kırbaçla
cezalandırılması esasını getiren 24:2 tarafından “neshedildiği”ni ileri
sürmüşlerdir. Ancak bu mesnetsiz varsayım kabul edilemez niteliktedir.
Kur’an'ın herhangi bir ayetinin başka bir ayet ile “neshedilmiş” olduğunu kabul
etmenin imkansızlığı bir tarafa (bkz. sure 2, not 87), fâhişeh ifadesi, bizâtihî, gayrimeşru cinsel ilişki anlamını
ihtiva etmez: Daha çok, söz veya davranış olarak aşırı, çirkin, müstehcen,
yakışıksız yahut iğrenç şeyleri ifade eder (karş. Lane VI, 2344 vd.) ve hiçbir
şekilde cinsel suçlarla sınırlandırılamaz. Bu bağlamda ve 24:2 ile birlikte
okunduğunda bu ifade, açıkça, zinâ olarak
tanımlanan şey (yani, “fuhuş” veya “gayrimeşru ilişki”) ile mutlaka
sınırlanamayacak olan hayasızca davranmayı gösterir ve bu nedenle, dayak ile
cezalandırılan isbatlanmış zinânın
aksine samimî bir pişmanlık ile telafi edilebilir. Bütün cinsel tecavüz veya
hayasızca davranış iddialarında Kur’an'ın, diğer bütün hukukî olaylarda istenen
iki şahit yerine dört şahidin doğrudan
şahitliğini mahkumiyet için bir olmazsa
olmaz şart (sine qua non) olarak belirlemesi, kayda değer bir husustur. Hem
bu emre temel teşkil eden sebepler, hem de onun hukukî sonuçları için bkz. 24:4
ile ilgili not 7.
15 Burada
zaman olarak yakınlığı ifade eden min
karîbin ifadesi, “hemen” diye de çevrilebilir; yani, kötülük işledikten
hemen sonra. Ancak klasik müfessirlerin çoğunluğu, bu bağlamda, ölümün fiilen
yaklaşmasından önceki zamanı gösterdiği kanaatindedirler. Bu yorum, sonraki
ayet tarafından da teyid edilmektedir.
16 Lafzen,
“onlardan birine ölüm yaklaştığı anda ... deyinceye kadar”.
17 Zemahşerî
tarafından yapılan yorumlardan birine göre bu, erkeğin, yukarıdaki 12. ayetin
ilk cümlesinde belirtilen hükümler çerçevesinde malına mirasçı olmak ümidiyle
sevmediği kadını zorla tutmasına -ve dolayısıyla, başka bir erkek ile
evlenmekten onu alıkoymasına- işaret eder. Ancak bazı otoriteler, bunun
anlamının, “kadınlara arzuları hilafına mirasçı olmak sizin için meşru
değildir” şeklinde olduğu -ve böylece, İslam'dan önceki, ölmüş yakın
akrabaların hanımlarına mirasçı olma âdetinin yasaklanmasını ifade ettiği-
görüşündedirler. Ancak İslam'ın, hiçbir şart altında (sadece “onların arzuları
hilafına” değil) kadınlara “mirasçı olma”ya izin vermediği gerçeği karşısında
önceki yorum kesinlikle daha ikna edicidir.
18 Yukarıdaki
15. ayetin öngördüğü gibi, bir kadının hayasızca davranışının dört şahidin
doğrudan şahitliği ile isbatlanabildiği durumlarda, koca, onu boşadığında nikah
akdi sırasında kendisine verdiği mehrin kısmen veya tamamen iade edilmesini
isteme hakkına sahiptir. Eğer -İslam Hukuku'nda izin verildiği gibi- mehir,
evlenme sırasında kadına fiilen tevdi edilmemiş ama koca açısından yasal bir
yükümlülük halini almışsa, karısının sübût bulmuş gayriahlakî davranışı ile
koca bu mecburiyetten kurtulmuş olur.
19 Lafzen,
“onlarla”.
20 Lafzen,
“Allah, içinde bir hayır takdir etmiş olabilir”.
21 Lafzen,
“Eğer bir kadın yerine başka bir kadın almak isterseniz ve onlardan birine bir
hazine (kıntâr) vermiş olsanız bile,
ondan hiçbir şey almayın”. Bir kadının yerine başka bir kadın alınması,
Kur’an'ın, tek-eşli evliliğin daha tercihe şayan olduğu şeklindeki görüşüne
açık bir işarettir.
22 Yani,
gerçek olmadığı halde, mehrini geri almak amacıyla onu gayriahlakî davranışta
bulunmakla suçlayarak (bkz. yukarıdaki 18. not).
23 Lafzen,
“onlar”; bütün evli kadınlara yapılan bir atıf.
24 Lafzen,
“daha önce geçmiş olanlar dışında”; yani, bu Kur’an buyruğunun ilanından önce
yahut (daha sonra İslam'a girenlerin durumunda olduğu gibi) İslam'ı kabul
etmeden önce bu fiili işleyenler affedilecektir.
25 Bkz.
önceki not.
26 Muhsane terimi, lafzen, “(iffetsizliğe karşı) güçlü
kılınmış kadın”ı ifade eder ve üç anlam taşır: (1) “evli bir kadın”, (2)
“iffetli bir kadın” ve (3) “hür bir kadın”. Hemen hemen bütün otoritelere göre,
el-muhsanât terimi, yukarıdaki
bağlamda “evli kadınlar”ı ifade eder. Mâ
meleket eymânukum (“sağ ellerinizin sahip oldukları”; yani, “meşru şekilde
sahip olduklarınız”) ibaresi ise, çoğunlukla, Allah yolunda yapılan savaşlarda
esir alınan kadınlar olarak anlaşılır (bkz. bu bağlamda 8:67 ve ilgili not). Bu
anlamı tercih eden müfessirler, kendi ülkelerinde evli olsalar da, bu köle
kadınlar ile evlenilebileceği kanaatindedirler. Ancak bu tür bir evliliğin
meşruiyyeti konusunda Hz. Peygamber'in Ashâbı arasında bile meydana gelen temel
görüş farklılıklarının ötesinde, bazı önde gelen müfessirler, mâ meleket eymânukum ibaresinin burada
“nikah yoluyla meşru şekilde sahip olduğunuz kadınlar” anlamına geldiği
görüşündedirler. Mesela Râzî, bu ayet ile ilgili yorumunda ve Taberî alternatif
açıklamalarından birinde (Abdullah b. ‘Abbâs, Mücâhid ve diğer bazı isimlere
kadar uzanarak) bu görüşü paylaşır. Râzî, özellikle, “bütün evli kadınlar”a (el-muhsanât mine'n-nisâ’) yapılan atfın
yasaklanmış ilişkilerin sayılmasından hemen sonra gelmesinin kişinin kendi
meşru eşinden başka herhangi bir kadınla cinsel ilişkiye girmesinin
yasaklandığını vurgulamayı amaçladığına işaret eder.
27 Lafzen,
“mallarınızla istemeniz”; yani, Hukuk'un öngördüğü gibi, onlara uygun bir mehir
teklif etmeniz.
28 Karş.
bu surenin 4. ayeti ve ilgili dipnot.
29 Lem yesteti‘ tavlen ibaresi, çoğunlukla, malî açıdan “güç yetirecek
durumda değilse” şeklinde anlaşılır; ama Muhammed Abduh, oldukça ikna edici bir
yorumla bunun, ister malî isterse kişisel veya sosyal nitelikte olsun, bütün
engelleyici şartları kapsadığını ifade eder (Menâr V, 19).
30
Mâ
meleket eymânukum (lafzen, “sağ ellerinizin sahip
olduğu”) ibaresi, bu bağlamda, bir cihad sırasında esir alınan ama daha sonra
İslam'ı kabul eden kadınları göstermektedir. Yukarıdaki ibarede “siz” zamiri,
bir bütün olarak topluma işaret eder.
31 Yani,
bütün insanlar zahirî bakımdan, “sosyal statü”leri ne olursa olsun, tek ve aynı
insanlık ailesinin mensupları olduğundan ve bu nedenle Allah katında eşit
olduklarından (karş. 3:195), bir kimsenin başka bir kimseye üstünlüğü veya
ondan aşağı olması, sadece inancının güçlü veya zayıf olmasına bağlıdır.
32 Lafzen,
“kendilerine gizli dostlar edinmeyen”. Bu pasaj, köle kadınlarla cinsel
ilişkilere yalnızca evlilik esasları dahilinde izin verildiğini ve bu konuda
onlarla hür kadınlar arasında bir farklılık olmadığını ve sonuç olarak
cariyeliğin sözkonusu olamayacağını tereddütsüz bir şekilde ortaya koymaktadır.
33 Bir
kölenin daha zayıf olan sosyal statüsü, onu, yoldan çıkmaya hür bir evli
kadından daha müsait hale getirir.
34 Yani,
“şu veya bu sebeple hür kadınlarla evlenemeyecek durumda olan ve aynı zamanda
bekarlıktan kaynaklanan baştan çıkarıcı dürtülerin etkisinde bulunanlar”. Bir
sonraki cümlede açıklığa kavuşturulduğu gibi, Kur’an, kölelik kurumunu ayakta tutan büyük bir cazibe unsurunu ortadan
kaldırmak ve böylece köleliğin ilgasını kolaylaştırmak için bu tür evlilikleri
teşvik etmekten kaçınır.
35 İnsanın
fiziksel tabiatı ile ruhsal talepleri arasında bir uyum meydana getirmeyi
amaçlamış olan geçmişin sahih dinî öğretilerine bir işaret. Ahlaksızlığa karşı
muhtemel tek çözüm yolu olarak ne zaman riyazete başvurulmuşsa bu uyum tahrib
edilmiştir (bkz. ayrıca sure 2, not 118). Bu işaret, evlilik ilişkilerini konu
alan önceki pasajlardaki cinsel ahlak
tartışmasından kaynaklanır.
36 Lafzen,
“hadsiz-hesapsız bir sapma ile sapmanızı isterler”.
37 Yani,
insanın ruhu ile bedenî istekleri arasındaki bütün çatışma ihtimallerini kendi
(ilahî) rehberlik araçlarıyla ortadan kaldırmak ve ona, insan tabiatının bu iki
unsurunun uyumlu bir hale getirilebileceği ve tam bir olgunluğa
ulaştırılabileceği bir hayat tarzını göstermek.
38 Yukarıdaki
cümleciğin başındaki illâ edatına
alışılmış karşılığı olan “hariç” veya “olmadıkça” anlamları verildiği takdirde
ibareyi şu şekilde çevirmek gerekecektir: “Karşılıklı anlaşmaya dayanan ticar(î
bir faaliy)et olmadıkça”. Ancak bu formül birçok müfessiri şaşırtmıştır. Çünkü
lafzî anlamıyla alındığında yukarıdaki ibare, karşılıklı anlaşmaya dayalı
ticaretten doğan haksız kazançların, “birbirinizin mallarını haksız yollarla
heba etmeyin” şeklindeki genel yasaklamanın dışında tutulduğu intibaını
vermektedir. Bu, Kur’an'ın öngördüğü ahlakî çerçeve ışığında kabulü mümkün
olmayan bir varsayımdır.
Müfessirlerin
çoğunluğu, bu güçlüğü aşabilmek için, illâ
edatının bu bağlamda “ama” anlamına geldiği ve dolayısıyla yukarıdaki
cümleciğin şu şekilde anlaşılması gerektiği görüşünü ifade etmişlerdir: “Ama
karşılıklı anlaşmaya dayalı yasal ticaret yoluyla birbirinizin mallarından
yararlanmanız sizin için meşrudur”. Ne var ki bu yorum, hayli zorlama ve sunî
olması dışında, “yasal ticaret”in burada neden başka birinden ekonomik menfaat
sağlamanın tek meşru aracı olarak sayıldığını açıklayamamaktadır.
Nitekim
Râzî'nin bu ayet ile ilgili yorumunda haklı olarak belirttiği gibi, “hediye,
vasiyet, kanunî miras, sadaka, mehir veya uğranılan zararlardan dolayı alınan
tazminat gibi araçlar yoluyla ekonomik kazanç sağlamak daha az meşru değildir;
öyleyse ticaret dışında, [meşru] servet edinmenin pek çok yolu vardır”. O halde
neden burada yalnızca ticaret vurgulanmıştır -üstelik, özel olarak ticarî
konularla ilgili olmayan bir bağlamda? Bana göre, bu bilmecenin gerçekten
tatminkar bir cevabı ancak illâ edatının
dilbilimsel bir analizi yoluyla elde edilebilir.
Bu
edat, alışılmış “hariç” veya “olmadıkça” anlamları dışında bazan -Kâmûs ve Muğnî'de de işaret edildiği gibi- sadece “ve” bağlacı anlamına da
gelmektedir; aynı şekilde, eğer önüne negatif bir cümlecik gelirse, “ne” veya
“ve ne de” (ve-lâ) ile eşanlamlı
olur. Mesela 27:10-11'de olduğu gibi, “Benim katımda elçiler için korku yok,
... kimse için de (illâ)”.
Şimdi illâ'nın bu özel kullanımını konumuz
olan pasaja uygularsak şu karşılığı elde ederiz: “Ne de karşılıklı anlaşmaya
dayanan ticaret yoluyla [onu yapamazsın]”, veya sadece “hatta karşılıklı
anlaşmaya dayanan ticaret yoluyla da olsa”, ki bu karşılıkta anlam daha bir
belirginlik kazanmış olur.
Müminler,
başka bir kimsenin mal varlığını haksız şekilde tüketmekten alıkonulmuşlardır,
bu başka kişi -zayıf taraf olarak- şartların baskısıyla böyle bir haksızlığa
veya sömürülmeye razı olsa bile. Ayrıca, benim tercih ettiğim karşılık,
müminlere başkasının mal varlığına imrenmemeyi tavsiye eden 32. ayetle de mantıkî
bir bağlantı içindedir.
39 Lafzen,
“(kasıtlı) düşmanlık ve zulüm yoluyla” (‘udvânen
ve zulmen).
40 Yani,
cennete. Ancak bazı müfessirlere
göre, mudhal ifadesi, mekanı değil, o
mekana “giriş” şeklini göstermektedir (Râzî). Bu durumda yukarıdaki ibare şu
şekli alır: “Sizi [ahiret hayatına] şerefli bir halde sokarız”.
41 Yani,
kadınlar ve kocalar (Ebû Müslim'den naklen Râzî).
42 Lafzen,
“onlardan bazısına diğerlerinden daha fazla ...” -Kavvâm ifadesi, kâim'in
(“bir şeyden sorumlu kişi” veya bir şeyi veya kişiyi “koruyup gözeten”)
mübalağa halidir. Böylece, kâme
‘ale'l-mer’e ibaresi, “kadının geçimini üstlendi” veya “onun geçimini
sağladı” anlamlarına gelir (bkz. Lane VIII, 2995). Kavvâm gramatik kalıbı kâim'den
daha kapsayıcıdır ve maddî bakım ve koruma kavramları ile ahlakî sorumluluk
kavramının bileşimini ihtiva eder. Bu son zikredilen faktörden dolayı bu
ibareyi “erkekler kadınları koruyup gözetirler” şeklinde çevirdim.
43 Lafzen,
“kavranamayanı (ğayb) koruyanlardır,
çünkü Allah korumuştur [ve korunmasını istemiştir]”.
44 Nüşûz
terimi (lafzen, “isyan”; burada “kötü niyet” olarak çevrildi), günümüzde
“ruhsal baskı” olarak tanımlanan durumu da içine alan, kadının kocasına veya
kocanın karısına karşı her türlü bilinçli kötü davranışını ifade eder. Bu
terim, koca ile ilgili olarak da kocanın karısına fiziksel anlamda “kötü
muamele”sini gösterir (karş. bu surenin 128. ayeti). Bu bağlamda kadının “kötü
niyet”i, evlilik sorumluluğunu kasıtlı ve sürekli olarak ihmal etmesine delalet
eder.
45 Birçok
sahih rivayetten de açıkça anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber'in kendisi, erkeğin
karısını dövmesini şiddetle kınamış ve çeşitli vesilelerle, “İçinizden biri,
köle döver gibi karısını dövüp sonra da gece onunla yatabilir mi?” buyurmuştur
(Buhârî ve Müslim). Başka bir Hadiste ise, “Allah'ın hizmetkarlarını hiçbir
zaman dövmeyiniz” sözleriyle kadını dövmeyi yasaklamıştır (‘Iyaz b.
Abdullah'dan rivayetle Ebû Dâvûd, Neseî, İbni Mâce, Ahmed b. Hanbel, İbni
Hibbân ve Hâkim; Abdullah b. ‘Abbas'dan rivayetle İbni Hibbân ve Ümmü Gülsüm'den
rivayetle Beyhakî). İsyankar bir kadını dövme izni veren yukarıdaki Kur’an
ayeti vahyedildiğinde Hz. Peygamber'in, “Ben bir şey istedim. Ama Allah başka
bir şey irade etti. Allah'ın irade ettiği şey, en hayırlısıdır” dediği rivayet
edilmiştir (bkz. Menâr V, 74).
Bütün
bunlarla birlikte, vefatından kısa süre önce Veda Haccı münasebetiyle yaptığı
konuşmada, kadının sadece “gayriahlakî davranışta bulunmaktan açık şekilde
suçlu bulunması” halinde dövülebileceğini ve bunun da, “acı vermeyecek şekilde
yapılması” (ğayr-i müberrih)
gerektiğini bildirmiştir. Bu mealdeki Hadislere Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvûd,
Neseî ve İbni Mâce'de rastlanmaktadır. Bu Hadisler ışığında bütün otoriteler,
eğer her şeye rağmen dayağa başvurulursa, bunun hafif veya sembolik nitelikte
olması, “bir misvakla veya benzeri bir şey” ile (ilk dönem alimlerinin
görüşlerine dayanarak Taberî) veya hatta “katlanmış bir mendil” ile yapılması
(Râzî) gerektiğini vurgulamışlardır; ve bazı büyük İslam bilginleri (mesela
Şâfiî) dayağa istisnaî olarak izin verilmiş olduğu ve tercihen bundan
sakınılması gerektiği görüşündedirler. Nitekim bu görüşü Hz. Peygamber'in
konuya ilişkin şahsî hassasiyetiyle de desteklemişlerdir.
46 Şey’en (burada “asla” olarak çevrilmiştir) ifadesi, şirk'in (“Allah'tan başka bir şeye
ilahlık yakıştırma”) başka “tanrılar”a kulluk etmekle sınırlı olmadığını, ama
aynı zamanda tanrı olarak görülmeyen kişi veya nesnelere ilahî veya yarı-ilahî
güçler izafe etmeyi de kapsadığını göstermektedir; başka bir deyişle o,
azîzlere vb. tapınmayı da kapsamaktadır.
47 Yani,
“onlar ister sizin cemaatinize, isterse başka cemaatlere ait olsunlar”. “Kendi
çevrenizden” (zi'l-kurbâ) ifadesinin
kişinin gerçek akrabalarına değil de mensup olduğu cemaate işaret etmesi,
“yakın akrabalar”ın aynı cümlenin başlarında zaten zikredilmiş olmasından
açıkça anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber, bir müminin, inançları ne olursa olsun
komşularına karşı sahip olduğu ahlakî sorumluluğu sıkça vurgulamıştır; ve onun
bu konudaki tavrı şu sözlerinde özetlenmiştir: “Her kim Allah'a ve Ahiret
Günü'ne inanıyorsa komşularına iyilik yapsın.” (Buhârî, Müslim ve diğer hadis
kitapları).
48 Ali
b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes‘ûd ve diğer sahâbîlere göre,
“yanınızdaki-yakınınızdaki arkadaş” (es-sâhib
bi'l-cenb), kişinin karısı veya kocasıdır (Taberî). “Meşru yollarla maliki
olduklarınız” (lafzen, “sağ elinizin sahip oldukları”) ile, bu bağlamda, her
iki cinsten köleler kasdedilmektedir.
Bu ayet, “iyilik yapma”nın, kişinin münasebette olduğu bütün insanlara yönelik
olmasını emrettiğinden ve bir köleye yapılabilecek en güzel iyilik onu
özgürlüğüne kavuşturmak olduğundan, yukarıdaki ayet, dolaylı olarak kölelerin
serbest bırakılması için bir çağrıdır (Menâr
V, 94). Ayrıca bkz. bir insanı kölelik bağlarından kurtarmanın zekât fonlarının tahsis edildiği
hedeflerden biri olarak zikredildiği sure 2, not 146 ve 9:60.
49 Bu,
Şeytan'dan “sizi fakirlik ihtimali ile korkutuyor ve size cimrice davranmanızı
telkin ediyor” şeklinde söz edilen 2:268'e bir atıf olup şu anlama gelir: Ona
tâbi olanlar, “Şeytan'ı yakın dost (karîn)
edinmiş olurlar”. Bu terimin hangi kökten türetildiği konusunda bkz. 41:25 ile
ilgili not 24.
50 Lafzen,
“Onlara ne olurdu?” Öyle görünüyor ki bu ibare, Allah'a inanıp erdemli ve
dürüst şekilde yaşayan kimselerin “korkuya kapılmayacaklar”ı (lâ havfe ‘aleyhim: lafzen, “onlar için
hiçbir korkuya yer yoktur”) şeklindeki çok sık tekrarlanan Kur’an ibaresine bir
atıftır.
51 Lafzen,
“Kendisinden”. Yani, iyilik yapanı hak ettiğinden fazla ödüllendirir.
52 Yani,
her toplum veya medeniyete feyiz kaynağı olmuş geçmiş peygamberleri.
53 Lafzen,
“yerle bir olmayı”. “Peygamber” terimi, burada muhtemelen genel anlamda
kullanılmış olup Allah'ın mesajını herhangi bir zamanda tebliğ etmiş olan bütün
peygamberlere delalet etmektedir.
54 Burada
namaza işaret edilmesi, öteki ayetlerde, insanın bu dünya hayatı boyunca
yaptıklarından Allah'a hesap vermek zorunda olacağı Hesap Günü'nün
hatırlatılmasından dolayıdır. Çünkü insan, dünya hayatı boyunca namaz esnasında
ruhsal olarak Allah ile karşı karşıya gelir ve Yaratıcısı'na karşı
sorumluluğunu kendi kendisine hatırlatır. “Sarhoşluk halinde iken” namaz
kılmaya kalkışmanın yasaklanması konusunda bazı müfessirler, bu buyruğun
alkolün kesin yasaklanmasının ilk safhasını oluşturduğunu ve dolayısıyla, bütün
alkollü içeceklerden kesin olarak uzak durulması kuralının (5:90)
vaz‘edilmesiyle bu ayetin “neshedilmiş” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak
“nesh” doktrininin tamamiyle temelsiz olduğu gerçeği (bkz. sure 2, not 87)
dışında, yukarıdaki ayeti, kesin yasaklamanın ilanından sonra geçersiz hale
gelmiş olan bir “ilk adım” olarak görmenin hiçbir haklı gerekçesi yoktur.
Kur’an'ın
alkol kullanımını sadece namaz sırasında değil, bütün zamanlarda yasakladığı
elbette doğrudur; ancak “insan zayıf yaratılmış” olduğundan (4:28), doğru
yoldan sapması her zaman ihtimal dahilindedir ve işte onu, sarhoş edicileri
kullanma günahına ilaveten sarhoş iken namaza durma günahını işlemekten
alıkoymak amacıyla yukarıdaki ayet indirilmiştir. Ayrıca, “sarhoş iken” (sukârâ) ifadesi, sadece alkol türü
sarhoş edicileri kapsamaz; çünkü sukr
terimi, geniş anlamıyla, insanı zihinsel melekelerini tam olarak kullanmaktan
alıkoyan herhangi bir zihinsel uyuşukluk durumunu ifade eder. Yani, bu, aynı
zamanda, uyuşturucu kullanma veya sersemleme yahut şehvet yoluyla aklın geçici
olarak dumanlanması ve mecazî olarak “uyku sersemliği” şeklinde tanımlanan
durumlar için de geçerlidir; kısaca, normal muhakemenin şaştığı veya ortadan
kalktığı her türlü durum. Kur’an, bilinçli
olmayı her ibadetin vazgeçilmez unsuru olarak sürekli vurguladığından,
insan, namaza ancak zihinsel melekelerine tam hakim olduğu ve “ne dediğinin
farkında bulunduğu” zaman durabilir.
55 Yani,
cinsel münasebetten sonra. Cunub
terimi (“boy abdestini gerektiren durum” olarak çevirdim), cenebe, “[bir şeyi] uzaklaştırdı”, fiilinden türetilmiştir ve
kişinin cinsel arzuya kapılmasından dolayı namazdan “uzaklığını” ifade eder.
56 Lafzen,
“eğer sizden biri ihtiyacını gidermekten gelirse”.
57 Teyemmüm adı verilen bu sembolik abdest, kişinin ellerinin
ayasıyla toprağa veya tozla kaplı herhangi bir şeye dokunup sonra da yüzüne ve
ellerine hafifçe sürmesi şeklindeki fiilden meydana gelir. Suya ulaşmanın
mümkün olmadığı -veya hastalık sebebiyle suyun kullanılamadığı- durumlarda teyemmüm, hem cinsel münasebetten
sonraki boy abdestinin (gusul) ve hem
de namazlardan önceki kısmî abdestin (vudû’)
yerine geçer.
58 Burada
kasdedilen insanlar, Kitâb-ı Mukaddes'in takipçileridir. Böylece Kur’an, önceki
ayette namaz konusuna değindikten
sonra ana temasına yeniden döner: insanın eylemlerinden ve özellikle Allah'ın
vahiyleri aracılığıyla kendisine sunduğu rehberliğe yaklaşım tarzından doğan
bireysel sorumluluğu temasına.
59 Karş.
2:93. Yahudilerin kendi adamlarına yönelttikleri “kulak vermeden dinleyin”
şeklindeki hitabın tarzı, onların hem kendi kutsal metinlerine hem de Kur’an'ın
mesajına karşı tavırlarını göstermektedir.
60 Lafzen,
“Dine karşı bir saldırıda (ta‘n)
bulunarak”; yani, ona temel bir eksiklik izafe ederek. “Sen bize kulak ver”
sözü ile, Peygamber Muhammed (s)'in tebliğ ettiği öğretiden alacakları bir ders
bulunmadığı, hatta aksine, onun dinî konularda kendilerinin görüşlerine
başvurması gerektiği şeklindeki kanaatlerinin aktarılması amaçlanmıştır. Bu
bağlamda bkz. onların 2:88'deki “Kalplerimiz zaten bilgi ile doludur”
şeklindeki iddiaları.
61 Bkz.
sure 2, not 74.
62 Lafzen,
“yüzleri gidermeyelim/silmeyelim diye” -yani, kişinin beklentiyle yöneldiği
veya karşılaştığı yüzleri (Abduh, Menâr
V, 144 vd.)- “ve onları sonlarına yeniden döndürmeyelim diye”. Ayrıca kaydetmeliyiz
ki dubur terimi (ki çoğulu edbâr'dır) -mütercimlerin çoğunun
varsaydığı gibi- her zaman bir şeyin “arkası”nı göstermez, ama çoğu zaman o
şeyin “son parça”sı veya “son”u için kullanılır (karş. Lane III, 846).
63 Bu,
2:65'de işaret edilen ve 7:163-166'da detaylı olarak açıklanan Sebt
ihlalcilerinin (lafzen, “Sebt halkı”) kıssasına bir atıftır.
64 Lafzen,
“ondan daha aşağıdaki şeyleri”.
65 Kur’an'da
Allah'ın aşkın birliğinin ve benzersizliğinin sürekli vurgulanması, insanın
öteki etkilere ve güçlere bağımlılık duygusundan kurtarılmasını ve böylece onun
ruhen yüceltilmesini ve bir sonraki ayette işaret edilen “arınma”ya imkan
verilmesini amaçlar. Bu amaç şirk
(“Allah'tan başkasına ilahî vasıflar izafe etme”) günahı ile etkisiz
kılındığından Kur’an, onda inat edildiği sürece, yani, günahkar tevbe edinceye
kadar ve etmediği sürece onu “bağışlanmaz (bir günah)” olarak tanımlar (karş.
bu surenin 17 ve 18. ayetleri).
66 Yani,
kendilerini “Allah'ın seçkin halkı” olarak gören ve bu nedenle peşinen (a priori) Allah'ın rahmetini
hak etmiş sayan Yahudilerin ve Hz. İsa'nın kendisini insanoğlunun günahlarından
dolayı “onlar adına feda ettiği”ne inanan Hristiyanların. Burada, aynı zamanda
bu tesbit ile bundan önceki ayette şirke yapılan atıf arasında bariz bir ilişki
vardır. Çünkü Yahudiler ve Hristiyanlar, aslında Allah'tan başka hiçbir gücün
varlığına inanmazlarken belli bazı insanlara çeşitli derecelerde ilahî veya
yarı-ilahî vasıflar izafe ederler: Hristiyanlar, Hz. İsa'yı Allah'ın insan
şeklindeki bir tezahürü konumuna yücelterek ve bir azîzler hiyerarşisine
açıktan açığa tapınarak; Yahudiler ise, yaptıkları hukukî (fıkhî) yorumların
kutsal metinlerin buyruklarından daha üstün olduğuna inandıkları büyük Talmud
bilginlerine kanun-koyma gücü izafe etmek suretiyle (karş. bu konuda 9:31).
Elbette bu kınama, aynı zamanda, kutsal addedilen şahsiyetlere tapınma günahını
işleyen ve yalnızca Allah'a gösterilmesi gereken saygı ve bağlılığı onlara
gösteren Müslümanlar için de geçerlidir. Sonuç olarak, “kendilerini temiz sayanlar”
ibaresi, bu bağlamda, kendilerini tek Allah'a inanıyor sayan (çünkü, birden çok
tanrıya bilinçli olarak tapınmayan), ama yine de terimin en derunî anlamıyla şirk günahına saplanmış bulunan herkesi
kapsar.
67 Lisan
otoritelerinin çoğuna göre (mesela Kâmûs)
fetîl “bir kimsenin parmakları
arasında büktüğü zayıf iplik”tir ki aynı zamanda, -ama bazan- hurma
çekirdeğinin yarık tarafına sarılan herhangi bir ince lif için de kullanılır
(karş. Lane VI, 2334). Deyimsel manasıyla en iyi karşılığı, “bir saç teli kalınlığı”
olabilir. Yukarıdaki pasaj, ilk olarak, ruhsal temizliğin herhangi belli bir
topluluğun veya grubun imtiyazında olmadığına, ikinci olarak, bir kimsenin
ancak Allah'ın rahmetiyle temiz olabileceğine veya kalabileceğine işaret eder;
zira “insan zayıf yaratılmıştır” (yukarıdaki 28. ayet). Aynı zamanda bkz.
53:32'nin ikinci paragrafı ile ilgili not 27.
68 Lafzen,
“ve bariz bir günah olarak bu yeter”. Bu paragraf, keyfî mahiyetteki çeşitli
akidevî beyanlara işaret eder. Mesela, Yahudilerin, kendilerini “seçilmiş bir
toplum” saymaları ve bu nedenle Allah'ın lânetinden korunmuş bulunduklarına
inanmaları veya Hristiyanların “vekaleten kefaret” doktrinini benimsemeleri ve
Allah'ı, Hz. İsa'nın bir diğer “uknum”unu oluşturduğu bir “teslîs” şeklinde
tanımlamaları vb.
69 Cibt
kelimesi -ki “asılsız muammalar” olarak çevirdim- muhtemelen, Lisânu'l-‘Arab'ın işaret ettiği gibi,
Arapça kökenli olmayan bir kelimedir. Bazı otoritelere göre bu kelime, “kendi
başına hiçbir değeri olmayan şey” veya “hiçbir faydası olmayan şey” anlamına
gelir (Kâmûs, Beydâvî); diğer
bazılarına göre de “sihir”i ifade eder (Taberî tarafından nakledildiğine göre
Ömer b. Hattâb, Mücâhid ve Şâbî; ayrıca Kâmûs).
Bir kısmı da onu, “Allah'ın yerine tapınılan herhangi bir şey” (Zemahşerî)
olarak çevirirler ve sonuç olarak onun, putlara ve puta-tapınmaya (Kâmûs, Lisân'ul-‘Arab) ve -Ebû Dâvûd tarafından nakledilen bir Hadise
göre- hurafeye bulaşmış her türlü kutsamaya ve falcılığa delalet ettiğini
düşünürler. Bütün bu yorumları dikkate alınca cibt, “şaşkınlık verici, kafa karıştırıcı fikirler (dicl), fantazî kuruntular (evhâm) ve asılsız hikayeler (hurâfât) bileşimi” olarak (Menâr V, 157) -başka bir deyişle, hiçbir
gerçeğe dayanmayan anlamsız gizler olarak- tanımlanabilir. “Şeytanî güçler” (tâğût) ibaresi ise, burada, tümü Kur’an
tarafından lânetlenmiş olan asılsız ve anlamsız inançlara ve uygulamalara
-müneccimlik, kehanet, “iyilik” ve “kötülük” habercilerine güvenmek gibi-
işaret ediyor olabilir. Bkz. ayrıca sure 2, not 250.
70 Kendilerini
Allah katında imtiyazlı konumda gören Yahudilere bir îma.
71 Yani,
Yahudilere göre vahyin yalnızca kendilerine tahsis edilmiş olmasından dolayı.
72 Yani,
Hz. İbrahim'e; bu, onların Hz. İbrahim'in mesajına iman ettiklerine işaret
eder. Unutulmamalıdır ki Peygamber Muhammed (s) de, getirdiği mesaj Kur’an
tarafından tasdik edilen ve sürdürülen Hz. İbrahim'in birinci dereceden torunu
idi.
73 Öteki
dünyadaki azap ile ilgili bu dehşet verici teşbîh, sözkonusu azabın uzun süreli
niteliğini ortaya koymayı amaçlamaktadır (Râzî).
74 Zıll
kelimesinin aslî anlamı “gölge”dir; böylece zıllen
zalîlen ifadesi, “en ziyade gölge eden gölge” olarak çevrilebilir: Yani,
“koyu bir gölge”. Ancak eski Arapça kullanımında zıll kelimesi, aynı zamanda, “örtü” veya “sığınak” ve mecazî olarak
“koruma” (Râğıb); ayrıca, “bir rahatlık, keyif ve bolluk durumu” (karş. Lane V,
1915) veya kısaca “mutluluk” anlamlarında kullanılmıştır -zıll zalîl terkibinde ise “sonsuz mutluluk” anlamını ifade eder
(Râzî)- ki bu, “cennet” teriminin mecazî anlamlarıyla da uyumlu bir
karşılıktır.
75 Yani,
hem hukukî anlamda, hem de başka insanların güdülerini, tavırlarını ve
davranışlarını yargılama anlamında. -Emânet
terimi, ister maddî ister manevî, bir kimseye emanet edilen herhangi bir şeyi
gösterir (Râzî). Bu emri kendisinden önceki ve sonraki ayetleri gözönünde
bulundurarak okursak açık şekilde görürüz ki burada, ilahî kelâm aracılığıyla
müminlere iletilen ve müminlerce, “ona ehil olanlar”a -yani, Kur’an mesajının
muhatap aldığı bütün insanlığa- tebliğ edilecek bir kutsal emanet olarak
görülmesi gereken ilahî mesaj -veya çoğul emânât
kullanımına göre ilahî hakikatler- kasdedilmektedir. Bu, elbette daha kapsamlı
bir alan ile ilgili buyrukları da ihtiva eder; bunlar, müminlere emanet
edilebilecek olan herhangi bir maddî gücün veya ahlakî sorumluluğun yerine
getirilmesine ve özellikle de sonraki ayetin işaret ettiği, bir Müslüman
topluluğun veya devletin dünyevî gücü veya politik hakimiyeti uygulamasına
ilişkin buyruklardır.
76 Yani,
“müminler arasından”.
77 Yani,
Kur’an'a ve Hz. Peygamber'in sünnetine
(sözlerine ve uygulamalarına). Ayrıca bkz. bu surenin 65. ayeti.
78 Allah'tan
“bütün mülkün sahibi” -ve bu nedenle, bütün ahlakî ve siyasî otoritenin nihaî
kaynağı- olarak söz eden 3:26 ile bağlantılı olarak okununca yukarıdaki pasaj,
hem tek tek müminler için temel davranış kurallarını, hem de İslam devletinin
uygulamaları için gerekli kavramsal temeli ortaya koymaktadır. Politik güç,
Allah'ın bir emanetidir (emânet) ve
O'nun iradesi, İslam Hukuku'nu oluşturan emirlerde yansıtıldığı gibi, bütün
hakimiyetin gerçek kaynağıdır. Bu bağlamda “aranızdan kendilerine otorite
emanet edilmiş olanlar”ın vurgulanması, bir İslam devletindeki otorite
sahiplerinin (ulu'l-emr) Müslüman
olmaları gerektiğini açıkça göstermektedir.
79 Lafzen,
“birbirlerini Şeytanî güçlerin (tâğût)
hakemliğine (yahut “yönetimine”) çağıranların”. Bu, yukarıda 51. ayette
zikredilen, Kur’an'ın tâğût olarak
tanımladığı güce (bkz. sure 2, not 250) teslim olup vahyin rehberliğinden elde
edebilecekleri bütün iyilikleri geçersiz kılan insanlara bir işarettir.
80 Klasik
müfessirler, 60-64. ayetlerde, Hz. Peygamber zamanında zahiren ona tâbi
olduklarını ikrar eden ama aslında onun getirdiği öğretiye inanmayan Medine
münafıklarına bir atıf olduğunu düşünmüşlerdir. Fakat bana göre bu pasaj,
muhtemel tarihî nüzul sebebinin ötesine uzanmaktadır. Çünkü çok sık
karşılaşılan bir konu olan inancın psikolojik cephesi problemine değinmektedir.
İnsan kavrayışının uzanabildiği alanın ötesindeki bir gerçekliğin (ğayb, sure 2, not 3'de açıklandığı
anlamda) varlığına tam olarak kani olmayan insanlar, kural olarak, değer
yargılarını kişisel tercihlerinden ve ahlakî olarak kuşkulu arzularından
ayırmakta zorlanırlar ve bunun sonucunda, çoğunlukla, “şeytanî güçlerin
isteklerine boyun eğerler.” Onlar, vahye (bu durumda Kur’an'a) dayalı ahlakî
öğretilerin bir kısmının “belli bir doğruluk payı” taşıdığını gönülsüzce itiraf
etseler de bunlar kendi kişisel mizaçlarının telkin ettiği arzular ile
çatıştığında, bu öğretilerden içgüdüsel olarak uzak dururlar ve böylece,
kelimenin en derin dinî anlamıyla nifâk
suçu işlemiş olurlar.
81 Lafzen,
“ellerinin önlerine koydukları yüzünden”. Onların ikircikli tavırlarına ve
böyle bir tavrın başkaları üzerinde yaratabileceği zihinsel şaşkınlığa bir
işaret.
82 Yani,
amaçlarının, Kur’ânî değer sistemini “hümanistik” (insan-merkezli) dünya görüşü
ile uzlaştırmaktan başka bir şey olmadığını iddia edecekler: Kur’an'ın,
ikiyüzlüce bir davranış ve bir aldatmaca olarak görüp reddettiği bir iddia
(karş. 2:11-12). “O zaman sana gelip ...” ibaresi ile ilgili olarak bkz. bu
surenin 41. ayeti.
83 “Allah'ın
izniyle” ifadesi, bu bağlamda “Allah'ın yardımıyla” veya “Allah'ın rahmetiyle”
şeklinde anlaşılmalıdır (Zemahşerî, Râzî). Kur’an'da çok sık görüldüğü gibi,
aynı cümlede “Biz” veya “Ben” zamirinden “O” zamirine, yahut “Biz”den “Allah”a
anî geçişler, Kur’an okuyucusuna veya dinleyicisine, Allah'ın bir “şahıs”
olmadığı, tersine, herhangi bir beşerî dilin sınırlı imkanları içinde
tanımlanamayan ve hatta yeterince kapsanamayan kuşatıcı (aşkın) bir Güç olduğu
gerçeğini anlatmayı amaçlar.
84 Bu
ayet, Hz. Peygamber'in, Allah'tan aldığı vahiy ile Kur’an mesajını yaşanılır
kılmak ve müminlerin onu pratik durumlara uygulayabilmelerini sağlamak amacıyla
verdiği emirlere her Müslümanın teslim olması yükümlülüğünü tereddütsüz bir
şekilde ortaya koymaktadır. Bu emir ve talimatlar, Peygamber Muhammed (s)'in sünneti (yani, “metodu”) olarak
tanımlanan kavramı oluştururlar ve (her türlü şüphe ihtimalinden uzak bir
kesinlik taşıdıkları takdirde) Kur’an ile birlikte tam bir hukukî bağlayıcılık
taşırlar; bkz. bu surenin 80. ayeti.
85 Yani,
Hz. Peygamber tarafından duyurulan ilahî kaynaklı emirler aracılığıyla (bkz.
önceki not).
86 Lafzen,
“birkaçı dışında onu yapmazlardı”. Buradaki zamir, bariz olarak, imanlarının
gerektirdiği fedakarlıklara katlanmaya hazır olmayan yarım-gönüllü kimselere
yöneliktir. İnancın ve özgürlüğün savunulması yolunda kişinin hayatını ortaya
koymasına ve gerektiğinde ana yurdunu terk etmesine yapılan atıf, Allah yolunda
savaşmayı konu alan 71. ayet ile başlayan uzun pasaja bir giriş niteliğindedir.
87 Lafzen,
“ve o zaman küçük birlikler halinde yahut hep beraber ilerleyin”. Son
tanımlama, günümüzde “topyekun savaş” olarak adlandırılan olguyu ifade
etmektedir. Hizr terimi, yalnızca kişinin
kendisini muhtemel bir tehlikeye karşı korumak için sarf ettiği çabayı değil,
ama aynı zamanda (bu bağlamda) askerî organizasyon, teçhizat vb. ile ilgili
gerekli bütün hazırlıkların yapılmasını da kapsar. Bu anlamdaki savaş, bu
surenin 59. ayetinde öngörülen ideolojik devlet yönetiminin ilkelerinden
doğmaktadır. Müslümanların toplumsal hayatlarını Kur’an'da ortaya konulan
ideolojik öncüllere dayalı bir devlet çerçevesi içinde organize etmeleri
istendiğinden, onların İslam'ın sosyal sistemine ve dünya görüşüne muhalif olan
ve -beklendiği gibi- onun yıkılması için şartlanmış bulunan grupların veya
milletlerin düşmanlığına karşı hazırlıklı olmaları gerekir. Sonuç olarak, Allah
yolunda savunma savaşı kavramı (cihâd)
İslam'ın sosyo-politik modelinde hakim bir rol oynar ve Kur’an'ın pekçok
yerinde zikredilir.
88 Lafzen,
“o”.
89 Lafzen,
“Size ne oluyor da ... savaşmıyorsunuz”: onların savaşmaktan kaçınmaları için
hiçbir ahlakî gerekçelerinin bulunmadığına işaret.
90 Böylece
Kur’an, “kötülüğün” (şeytanîlik) hayatın bağımsız, içsel bir faktörü
olmadığına, ama insanın kendi ahlakî zaafından doğan şeytanî eğilimlerine
teslim olmasının ve böylece “hakikati inkar etmesi”nin bir sonucu olduğuna
işaret eder. Başka bir deyişle, Şeytan tarafından sembolize edilen negatif
unsurun “güc”ü, aslî bir gerçekliğe
sahip değildir (“Şeytan'ın hile ve tuzakları kesinlikle zayıftır”); o ancak
insanın bilerek ve isteyerek yanlış bir hareket tarzı seçmesi suretiyle
gerçeklik kazanır.
91 Yani,
insanın genellikle yatkın olduğu haksız şiddetten çekinin. İnsanların büyük
kısmına şiddetten kaçınmaları gerektiğinin söylenmesi,
bir sonraki cümlede, onların büyük kısmının kendilerini haklı bir dâvâ uğruna fiziksel tehlikeye atmaktaki
isteksizlikleriyle tezadını vurgulayacak şekilde ifade edilmiştir.
92 Yani,
onlar, başlarına gelen kötülüklerin kendi eylemlerinin veya önlerindeki çeşitli
yollar arasında yanlış seçim yapmalarının bir sonucu olabileceğini anlamazlar;
tersine, onu başkalarının hatalarına atfetmeye çalışırlar.
93 Lafzen,
“[kendilerine] söylenen şeyi” -yani, kendi akıllarının ve bütün peygamberlerin
öğretilerinin kendilerine açıkça telkin ettiği hakikati.
94 Bu
ifade ile “hepsi Allah'tandır” şeklindeki önceki ifade arasında bir çelişki
yoktur. Kur’ânî dünya görüşünde Allah, bütün hadiselerin nihaî kaynağıdır.
Sonuçta, insanın karşılaştığı her iyilik ve başına gelen her kötülük, son
tahlilde Allah'ın iradesinin bir eseridir. Ancak insanın “kötü kader” saydığı
her şey, gerçekte, nihaî sonuçları itibariyle kötü değildir; zira “mümkündür ki
nefret ettiğiniz bir şey sizin için iyi olabilir, ve yine mümkündür ki
sevdiğiniz bir şey de sizin için kötü olabilir: Allah bilir, ama siz
bilmezsiniz” (2:216). Böylece, zahirî birçok “kötülük”, çoğu zaman, bir
sınavdan ve ilahî kaynaklı bir olgu olan, sıkıntı çekerek ruhsal olgunluğa
erişme aracından başka bir şey olmayabilir ve mutlaka başına kötülük gelen
kişinin yanlış bir seçiminin veya yanlış fiilinin sonucu olması gerekmez. O
halde, açıktır ki bu ayetin sözünü ettiği “kötülük” veya “kötü kader” sınırlı
bir muhtevaya sahiptir, çünkü kelimenin ahlakî
anlamında kötülüğe işaret etmektedir; yani, kişinin eylemlerinden veya
davranışlarından kaynaklanan azaba. Bu da, Allah'ın bütün mahlukatı için
koyduğu ve Kur’an'ın “Allah'ın metodu” (sünnetullâh)
olarak tanımladığı sebep-sonuç kanunu ile uyum halindedir. Bu gibi sıkıntılar
için insan yalnızca kendini suçlamalıdır. Zira “Allah hiç kimseye zerre kadar
haksızlık yapmaz” (4:40).
95
Lafzen, “Ve onlar ‘İtaat’ derler”. Bu, Hz. Peygamber zamanındaki Medineli münafıklara
ve -dolayısıyla- bütün zamanlardaki İslam'ın ikiyüzlü “hayranlar”ına ve
yarım-gönüllü izleyicilerine bir işarettir.
96 Yani,
gizli gizli Allah'ın Elçisi'nin mesajını çarpıtmaya çalışırlar. Bâte fiili, “geceyi geçirdi” anlamına
gelir; beyyete halinde ise, “gece
boyunca (bir şeyi veya bir şey yapmayı) düşündü,” yahut, “gece boyunca (bir
şeyler) tasarladı” (Lisânu'l-‘Arab);
yani, “gece karanlığı” tarafından sembolize edilen bir gizlilik içinde.
97 Yani,
Kur’an'ın -yirmiüç yılı aşkın bir sürede tedricî olarak nazil olmuş bulunmasına
rağmen- her türlü iç çelişkiden uzak olduğu gerçeği, onları, Kur’an'ın
“Muhammed (s) tarafından telif edilmiş” olmadığı (Hz. Peygamber'e karşı sadece
kendi çağdaşları tarafından değil, daha sonraki zamanların inkarcıları tarafından
da çok sık yöneltilen bir suçlama), aksine insanüstü bir kaynağın eseri olduğu
yolunda ikna etmiş olmalıdır. Bkz. 25:32 ve 39:23
98 Yani,
“önceki ayetlerde sözü edilen İslam'ın yarım-gönüllü mensupları” (Zemahşerî).
Yukarıda savaşa veya barışa -lafzen, “güvenlik veya tehlikeye” (havf)- yapılan atıf, ilk olarak, bu
surenin 59. ayetinde zikredilen devlet yönetiminin prensipleri ile; ikinci
olarak da, 71. ayet ile başlayan Allah yolunda savaş söylemi ile bağlantılıdır.
99 Lafzen,
“onlar arasından”.
100 Lafzen,
“onlar arasından [hakikati] ortaya çıkaranlar”; yani, siyasî ve askerî
istihbarat ve değerlendirme ile sorumlu kılınan devletin özel organları.
101 Öncelikle
Hz. Peygamber'e hitab ediyor olmasına rağmen, bu cümledeki “sen”, her mümini
muhatap almaktadır. Yukarıdaki tavsiye, o sırada devam etmekte olan savaş
çerçevesinde anlaşılmalıdır, yoksa bir savaş tahriki olarak değil.
102 Harad
terimi, “zihnin veya bedenin ifsadı” yahut “bir kimsenin davranışlarındaki
yozlaşma” ve aynı zamanda, “zihnin sürekli rahatsızlığı” anlamlarına gelir (Kâmûs). Râğıb'a göre, harradahû fiili, “onu her türlü harad'dan kurtardı” anlamını ifade eder;
tıpkı marradahû “onu hastalıktan (marad) kurtardı” ifadesindeki gibi. Bu
fiil, Kur’an'da geçtiği her iki örnekte de (bu ayette ve 8:65'de) emir kipinde
kullanılmıştır: “müminleri her türlü akıl rahatsızlığından uzak kıl” yahut,
mecazî olarak, “her türlü ölüm korkusundan” -böylece, “müminlere ölüm korkusunu
yenme duygusu kazandır” şeklinde ifade edilebilir. Harridi'l-mü’minîne ibaresinin, “müminleri teşvik et” [veya
“harekete geçir” yahut “canlandır”] şeklindeki alışılmış çevirisi, klasik
dilbilimcilerin bir kısmı tarafından tercih edilmiş olmasına rağmen, harrada fiilinin tam anlamını yansıtmaz
(karş. Lane II, 548).
103 Lafzen,
“ondan bir pay (nasîb) alacaktır”. Nasîb terimi, burada olumlu bir anlama sahip olduğundan, en
doğrusu, “onun kazandıracağı nimetlerden bir pay” olarak çevrilebilir.
104 Kifl
ismi, kefele: “[bir şeyin]
sorumluluğunu üstlendi” kök-fiilinden türetilmiştir. Taberî, kelimenin bu
bağlamda, “sorumluluk ve günahtan bir pay”ı gösterdiğini söyler. Minhâ ifadesi (“ondan”), failin, hâ (o) zamirinin işaret ettiği haksız
fiildeki rolünü anlatır.
105 Lafzen,
“ondan daha iyisi ile selamlayın veya aynen karşılık verin”. Bu ifade
-yukarıdaki bağlamda- müminlerin savaş halinde olduğu insanlar tarafından
yapılan barış teklifine, ayrıca düşman saflarında olduğu halde dış görünüşüyle
barışçıl niyetler taşıyan tek tek kişilere işaret eder. “Eğer onlar barıştan
yana eğilim gösterirlerse sen de barıştan yana ol” (8:61) ve “ama (savaştan)
vazgeçerlerse ... tüm düşmanlıklar sona erecektir” (2:193) buyrukları gereğince
müminler, makul bir çözüme ulaşmak istediğini gösteren bir düşman ile barış
yapmak yükümlülüğü altındadırlar; aynı şekilde, çatışmalarda aktif olarak rol
almayan düşmanlar arasındaki münferit kişilere gerekli anlayışı göstermek
zorundadırlar (bkz. bu surenin 94. ayeti).
106 Lafzen,
“Allah'ın onları kazandıklarından dolayı baş aşağı ettiğini görerek”. Bu
münafıkların kimliği konusunda, hemen hemen tümü tarihsel nitelikte olan çok
çeşitli varsayımlar vardır. Bazı müfessirler, bu ayetin Hicret'ten sonraki ilk
yıllarda Medine'deki münafıklara işaret ettiğini düşünürler; diğerleri ise
(mesela Taberî) İbni ‘Abbâs tarafından ifade edilen görüşü tercih ederler. Ona
göre bu ayet, Hicret'ten önce İslam'ı zahiren kabul eden, ama Kureyş
müşriklerini gizlice desteklemeye devam eden bazı Mekkelilere işaret
etmektedir. Ancak bana göre, yukarıdaki ayetin “tarihsel” yorumlarını
araştırmaya hiç gerek yoktur, çünkü onu genel muhtevası içinde kolayca
anlayabiliriz. Önceki ayet Allah'ı konu almakta ve hem O'nun birliğini ve
vahyedilen mesajında mevcut olan açık hakikati, hem de Kıyamet Günü
yargılanmanın kesinliğini vurgulamaktadır. “O halde” diye devam eder bu yorum;
“Allah'ın mesajının gerçekliğini sözde kabul etmiş görünen ama yine de hak ile
bâtıl arasında dürüstçe bir seçim yapmak istemeyen insanların ahlakî konumları
hakkında nasıl mütereddit olabilirsiniz?”
107 Lafzen,
“iki fırka olursunuz?”
108 Bkz.
sure 2, not 203 ve bu surenin 124. notu.
109 Yani,
“kötülük yurdunu terk etmemiş” olan ve inanç ile inkar arasında yalpalayıp
duran kimseleri.
110 Lafzen,
“eğer Allah dileseydi onlara size hükmetme gücü verirdi ki ...” -bu, onları
müminlerle savaşmaktan alıkoyan şeyin gerçek bir iyi niyet değil, yeterli
güçten yoksun bulunmaları olduğuna işarettir.
111 Lafzen,
“Allah size onların aleyhine bir yol vermemiştir”: Yukarıda 86. ayette
öngörülen buyruğa atıf.
112 Lafzen,
“Göreceksin onlar ne zaman fitneye
dönerlerse onun içine atılırlar”, yahut “onun içine dalarlar”.
113 Lafzen,
“Size üzerlerinde açık bir otorite (sultân)
vermiş olduğumuz” -yalnızca savunma amacıyla savaşa izin veren buyruğun açık
bir teyidi (karş. 2:190 vd. ve ilgili 167 ve 168. notlar).
114 Bu
ayetin 93. ayet ile bağlantılı olarak okunmasından hareket eden bazı mutezilî
alimler, başka bir mümini öldüren müminin kafir sayılması gerektiği görüşüne
varmışlardır (Râzî). Bu, elbette yürürlükteki hukukî süreç içinde verilen ölüm
cezasının yerine getirilmesini kapsamaz.
115 Lafzen,
“ailesine” -yani, maktûlün mirasçılarına veya aile efradına. Bu ayette üç kez
zikredilen “mümin bir canı özgürlüğüne kavuşturmak” ibaresi ilk bakışta,
savaşta esir alınan kişilere işaret eder (karş. sure 8, not 72). Ama bkz.
ayrıca 58:3, not 5.
116 Lafzen,
“size düşman olan” -bu, onların fiilî bir savaş halinde olduklarına işaret
eder.
117 Bu,
maktûlün, Müslümanların normal ve barışçıl bir ilişki içinde bulundukları
topluma mensup bir gayrimüslim olması durumuyla ilgilidir. Böyle durumlarda
verilecek ceza, aynı şartlarda bir müminin öldürülmesi karşılığı öngörülen
cezanın aynısıdır.
118 Yani,
“Ramazan ayındaki oruç için öngörülen şekilde” (bkz. 2:183-187). Bu kolaylık,
kefaret ödeyebilecek durumda olmayan ve/veya bir köleyi özgürlüğe kavuşturma
gücünden yoksun olan (Râzî) veya, günümüzde olduğu gibi, özgürlüğe
kavuşturulacak bir köle bulamayan kişiler için uygulanır (Menâr V, 337).
119 Zımnen,
“Ve dolayısıyla bir düşmansın”. Bu ayet, savaşa girmeyenleri düşman olarak görmeyi
ve farazî inançsızlıklarını onları aşağılamanın bahanesi olarak kullanmayı
yasaklar. “Karşılaştığınız durumu açıkça kavramaya çalışın” (tebeyyenû) buyruğu, müminlere, her
durumda karşıdaki kişilerin aktif şekilde düşmanlık yapıp yapmadığından emin olma
sorumluluğu yükler.
120 Lafzen,
“siz [de] önceden böyleydiniz”. Önceki buyruk bütün toplum için geçerli olduğundan, yukarıdaki cümlecik de aynı
anlamı ifade ediyor görünmektedir. Yani, Müslüman toplumun, zayıflığı ve
sayısal güçsüzlüğü sebebiyle, daha büyük bir güç ile donatılmış olan
düşmanların merhametine muhtaç olduğu döneme bir işarettir. Böylece, müminlere
adeta şöyle denmektedir: “Önceki zayıflığınızı hatırlayın ve bir zamanlar size
davranılmasını beklediğinize benzer şekilde, düşmanlarınıza şefkatlice
davranın.”
121 Lafzen,
“[evde] oturanlar” -yani, Allah yolunda maddî veya manevî mücadeleye
katılmayanlar.
122 Mücâhid terimi, “mücadele etti” yahut “üstün gayret
gösterdi” yahut “kendini zorladı” -yani, iyilik uğrunda veya kötülüğe karşı-
anlamına gelen cehede fiilinden
türetilmiştir. Sonuç olarak cihâd en
geniş anlamıyla “Allah yolunda çaba gösterenler”i ifade eder. Yani, sadece
maddî bir çarpışmayı (kıtâl) değil,
ama aynı zamanda ahlakî ve manevî anlamda her türlü haklı mücadeleyi kapsar;
mesela, Hz. Peygamber, insanın kendi ihtiraslarına ve zaaflarına karşı
mücadelesini (cihâdu'n-nefs) “en
büyük cihâd” olarak tanımlamıştır
(Câbir b. Abdullah'dan rivayetle Beyhakî).
123 Lafzen,
“hangi [durum]daydınız?” -Yani, yaşadığınız
sırada. Bu, hiçbir geçerli mazereti olmaksızın Allah yolunda her türlü
mücadeleden kaçınan insanlara işaret eder.
124 Lafzen,
“Allah'ın arzı, orada hicret edeceğiniz kadar geniş değil miydi?” Hecera (“göç etti”) fiilinden türetilen hicret (“göç”) terimi Kur’an'da iki
anlamda kullanılmıştır: Biri tarihsel olup Hz. Peygamber'in ve Ashâbı'nın
Mekke'den Medine'ye göç etmelerini ifade ederken, diğeri ahlakî bir muhteva
taşır -yani, insanın Şeytan'dan Allah'a “hicret”i- ve kişinin ana yurdunu
mutlaka maddî anlamda terk etmesini gerektirmez. İşte yukarıdaki pasajın işaret
ettiği, hicret teriminin bu daha
geniş dinî ve ahlakî anlamıdır. Tıpkı bir önceki pasajın (95-96. ayetler)
“Allah yolunda üstün çaba gösterilmesi”ni (cihâd)
terimin en geniş anlamıyla, yani, hem maddî hem manevî çabaları ve gerektiğinde
kişinin servetini ve hatta canını feda etmesini kapsayan anlamıyla kullanması
gibi.
Mekke'den
Medine'ye maddî anlamda göç, Mekke'nin H. 8. yılda fethinden sonra müminler
için zorunlu olmaktan çıktığı halde kötülük yurdundan iyilik yurduna ruhsal
göç, İslam'ın temel şartlarından biri olmaya devam etmektedir. Başka bir
deyişle, “Şeytan'dan Allah'a hicret etmeyen” kişi mümin olamaz. Bir sonraki
cümlede, bu konuda kayıtsız kalanların suçlanmasının sebebi budur.
125 Yahut:
“[doğru] yolu bulamayan” -onların çaresiz bir şaşkınlık içinde bulunduklarına
ve bu nedenle, İslam'ın bu temel şartını kavrayamayacaklarına; yahut,
alternatif olarak, bu şart ile ilgili mesajın onlara yeterli biçimde
aktarılamadığına ve açıklanamadığına işaret.
126 Murâğam kelimesi
rağam (“toz-toprak”) isminden türetilmiştir ve “burnu toprağa
yapıştırıldı”; yani, “aşağılandı ve istemediği şeyi yapmaya zorlandı” anlamına
gelen rağime enfuhû deyimsel
ifadesiyle bağlantılıdır. O halde murâğam,
“kişiyi kendi toplumundan onların arzusu hilafına uzaklaştıran yol”u ifade
eder (Zemahşerî) ve kişinin kendi yakın çevresinden bu şekilde kopması murâğam olarak nitelenen şeyi, yani,
“[başka bir şeyden] kopma”yı yahut, “dost veya canlı bir topluluktan ayrılma”yı
gösterir (bkz. Lane III, 1113). Bu anlam, yukarıdaki bağlamda, en uygun şekilde
“tenha yollar” deyimi ile yansıtılabilir: kişinin “şeytandan Allah'a
yolculuğu”nun ilk adımlarında hiçbir zaman kendisini bırakmayacak olan buruk
bir yalnızlığın mecazî ifadesi. (Bu son ifadeyle ilgili olarak bkz. yukarıdaki
124. not ve sure 2, not 203.)
127 Lafzen,
“size zarar vermelerinden” -hemen hemen bütün müfessirlere göre bu, anî bir
saldırıya işaret etmektedir.
128 Lafzen,
“namazları”. Seyahatte veya fiilî bir tehlike karşısında kısaltılıp
birleştirilebilecek olan (öğle namazı ikindi ile, akşam namazı yatsı ile)
günlük beş vakit farz namaza -sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarına-
işaret. Bu iznin barış zamanındaki seyahatleri de kapsayacak şekilde
genişletilmesi, Hz. Peygamber'in sünneti gereği iken Kur’an onu yalnızca
savaş durumu ile bağlantılı olarak zikreder. Bu, başlangıç cümlesine parantez
içinde “sefere” deyiminin eklenme sebebini açıklamaktadır. Bir sonraki ayette
tanımlanan namaz -cemaat ile nöbetleşe namaz- salâtu'l-havf (“tehlike namazı”) olarak adlandırılır.
129 Lafzen,
“onlar arasında”. Bu cümledeki “sen” zamiri öncelikle Hz. Peygamber'e ve
dolaylı olarak, “hakikati inkar edenler” ile savaş halinde olan her mümin
grubunun liderine yöneliktir.
130 Lafzen,
“onlar secdeye vardıklarında diğerleri [yani, öteki grup] sizin arkanızda
dursunlar”. Bu deyimsel ifade, lafzî anlamıyla yorumlanmamalıdır. Klasik Arapça
kullanımında kâne min verâike
(lafzen, “o sizin arkanızda idi”) deyimi “o sizi korudu” yahut
(askerî deyimle) “o size siper oldu” anlamlarına gelir, yoksa iki kişinin
veya grubun karşılıklı maddî konumlarını
tanımlamaz.
131 Lafzen,
“anî olarak üzerinize dönebilsinler”.
132 Yani,
silahlarının kötü hava şartlarından dolayı zarar görmesi tehlikesi varsa
savaşçıların namaz kılarken silahlarını yanlarında bulundurmaları zorunlu
değildir. Bu istisna, tabii ki özellikle hassas silahlardan sorumlu olan
askerler için geçerlidir; ve aynı kural, ayetin devamında zikredilen münferit
hastalık hallerine de uygulanır. Ancak unutulmamalıdır ki matar terimi (lafzen, “yağmur”) Kur’an'da çoğunlukla bir “bela”yı
göstermek için kullanılmıştır. Bu anlamı kabul edersek yukarıdaki ibare, “eğer
bir bela ile karşılaşırsanız” şeklinde çevrilebilir ve dolayısıyla geniş bir
muhtemel tehlikeler yelpazesine imkan verir.
133 Buradaki
ve bundan sonra gelen iki ayetteki -aynı zamanda 113. ayetteki- “sen” zamiri,
görünüşte Hz. Peygamber'e yönelikse de dolaylı olarak Kur’an'ın rehberliğini
kabul etmiş olan herkese şamildir. Bu, 109. ayette çoğul “siz” zamirinin
kullanılmasından da anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, müfessirlerin çoğunun bu
pasajı sırf tarihî açıdan açıklama teşebbüsleri fazla ikna edici değildir;
çünkü genel bir muhtevanın kendi-kendini açıklayıcı ahlakî öğretisine gereksiz
bir sınırlama koymuş olmaktadır.
134 Bu
ifade, bu surenin önceki bölümlerinde değinilen, Kur’an'ın gönülsüz
takipçilerine ve münafıklara işaret etmektedir. Her iki grup da kendilerine
tevdî edilen emanete ihanet etmekle suçlanmaktadırlar; çünkü Kur’an'ın mesajını
kabul etmiş göründükleri halde aslında onu çarpıtmaya çalışırlar (bkz. ayet
81). Kur’an'ın kendilerinden ne istediğini iyi bilmelerine rağmen onun
rehberliğine gerçek anlamda teslimiyetten kaçınmaya şartlanmış olmaları
nedeniyle onlarla tartışmanın hiçbir faydası yoktur.
135 Yani,
“Allah'tan onları bağışlamasını dileyebilirsin, fakat onların davranışları için
mazeretler bulmaya çalışma”. Kur’an'ın, ister ruhî isterse sosyal olsun,
emanete her türlü ihaneti “kişinin kendisine ihaneti” olarak tanımlaması
önemlidir -tıpkı kasıtlı olarak bir günah işleyen veya zulüm yapan kimseyi “kendisine
karşı günah işleyen” veya “kendisine
zulmeden” (zâlimun nefsehû) olarak
tanımlaması gibi- çünkü her türlü kasıtlı günahkarlık onu yapana ruhsal olarak
zarar verir.
136 Lafzen,
“inancın” (mine'l-kavl). Unutulmamalıdır
ki kavl kelimesi, yalnızca “deyiş”
veya “söz” (ki asıl karşılığıdır) anlamına gelmez; aynı zamanda, mecazî olarak,
“kavramsal ifade”; yani, bir düşünce, doktrin veya inanç olarak
tanımlanabilecek olan olguyu göstermek için kullanılır ve Kur’an'da da
çoğunlukla bu anlamda kullanılmıştır.
137 Lafzen,
“günah kazanan, onu yalnız kendi aleyhine kazanmış olur”.
138 Lafzen,
“onların gizli toplantılarının (necvâ)
çoğunda bir hayır yoktur; ... olan dışında”. Böylece, olumlu ve faydalı
sonuçları amaçlayan gizli görüşmeler -mesela devletler ve toplumlar arasındaki
barış görüşmeleri- “gizli toplantılar” ile ilgili eleştirinin dışındadır. Çünkü
olgunlaşmamış bir açıklık bazan sözkonusu amaçların gerçekleşme şansını
zedeleyebilir yahut (özellikle karşılıksız yardımların sözkonusu olduğu
hallerde) halkın duygularını incitebilir.
139 Lafzen,
“Onu [kendisinin] döndüğü yere dön[dür]eceğiz” -İnsanın seçme özgürlüğünün
vurgulanması.
140 İnâs
(ünsâ'nın -“dişi varlık”- çoğulu)
teriminin, İslam-öncesi Arapların putlarına verdikleri bir ad olduğu
sanılmaktadır, çünkü putların çoğunun dişi olduğuna inanılıyordu. Bu nedenle,
bazı dilbilimcilere göre inâs çoğul
formu, “cansız şeyler”i gösterir (karş. Lane I, 112). İbni ‘Abbâs, Katâde ve
Hasan Basrî, onun hareketsiz ve cansız şeyleri gösterdiğini söylemişler
(Taberî) ve bu tanımlama Râğıb tarafından da desteklenmiştir. Diğer taraftan
Taberî, ‘Urve'den rivayetle bir Hadis nakleder. Buna göre, Hz. Ayşe'nin
elindeki bir Kur’an nüshasında inâs yerine
evsân (putlar) kelimesi geçmekteydi
(karş. ayrıca Zemahşerî ve İbni Kesîr). Bunun “cansız semboller” olarak
çevrilmesi bu bağlamda en uygun karşılıktır, çünkü “put” kavramını “cansız
şeyler” kavramı ile en güzel şekilde birleştirmektedir.
141 Karş.
7:16-17. İslam öncesi Araplar, develerinden bir kısmını, kulaklarını keserek
veya yararak putlarından birine veya ötekine adamayı âdet edinmişlerdi ve böyle
bir hayvan kutsal sayılırdı (Taberî). Bu atıf, yukarıdaki bağlamda, genel
olarak putperest uygulamaları veya eğilimleri tanımlamak için mecazî olarak
kullanılmıştır. Şeytan'ın insanı “Allah'ın mahlukatını ifsad etmeye”
[lafzen,“değiştirmeye”] yöneltmesine yapılan atıf, yeterli dikkatin pek fazla
çekilmediği bir anlama sahiptir. Bu yaratma ve onun tezahür biçimi, Allah'ın
planlama iradesinin bir ifadesi olduğundan, onun verili/aslî tabiatını değiştirme teşebbüsleri (mahlukatı) ifsad
etmeye ve bozmaya dönüşür. Şeytan
teriminin (“Şeytan” veya “şeytanî güçler”) daha geniş anlamı için bkz. 15:17,
not 16'nın ilk bölümü.
142 Ğurûr terimi, aklı çelen veya saptıran herhangi bir şeyi
gösterir -mesela, son haddine kadar dünyevî zevklere teslimiyet yahut, insanın
amaçlarının ve başarılarının hiçbir sınırı olmadığı yolundaki saçma inanç.
143 Hem
Yahudilerin kendilerini “Allah'ın seçilmiş halkı” olarak görmelerine ve bu
nedenle öteki dünyada O'nun rahmetinden emin oldukları fikrine, hem de Hz.
İsa'nın “Allah'ın oğlu” olduğuna inanan herkese kurtuluş vaad eden
Hristiyanların “vekaleten kefaret” dogmasına bir işaret.
144 Lafzen,
“İbrahim'i samimi bir dost[u] (halîl)
olarak seçtiğini”.
145 Yani,
evlilik ilişkileri, kadının mirastaki payı vb. ile ilgili kurallar. Fetvâ yahut iftâ bir soruya cevap olarak “hukukî bir buyruğun açıklığa
kavuşturulması”nı ifade eder. Buna paralel olarak isteftâhu fiili, “ondan yasal bir hüküm vermesini istedi” yahut,
“[belli] bir yasal hüküm hakkında onu aydınlatmasını istedi” anlamına gelir.
Yukarıdaki pasajda atıfta bulunulan hükümler bu surenin ilk bölümlerinde ele
alınmış olduğundan, onlara yeniden atıfta bulunulması, hem üzerinde durulan
problemlerin önemini hem de insanların psikolojik olarak daha zayıf
karşı-cinslerine karşı taşıdıkları sorumluluğu vurgulamayı amaçlamaktadır.
Kur’an'da hakim olan sistematiğe göre, bütünüyle manevî veya ahlakî sorunlarla
ilgilenen pasajları genellikle -bu örnekte olduğu gibi- sosyal düzenlemelere
ilişkin ayetler takip eder ve bununla, insanın ruhî hayatı ile sosyal davranışı
arasındaki yakın ilişkinin ortaya konulması amaçlanır.
146 Karş.
bu surenin 3. ayeti: “Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan
korkuyorsanız...” ve onunla ilgili 3. notta nakledilen Hz. Ayşe'nin açıklaması.
147 Bu,
erkeğin birden fazla eşe sahip olduğu hallere işaret eder- bu surenin 3.
ayetinde belirtildiği gibi, erkeğin “onlara adil bir tarafsızlıkla muamele
etme” imkanına ve kararlılığına bağlı bir izin. Ahlakî sorumluluğunun tam
bilincinde olan bir kişi, eşlerinden birini diğerinden (veya diğerlerinden)
fazla severse günah işlemiş olacağı hissine kapılabileceğinden, yukarıdaki
ayet, duyguların insanın kontrolü
dışında olduğunu, başka bir deyişle, istenen eşit muamelenin yalnızca kişinin
eşlerine karşı zahirî davranışına ve onlar ile pratik ilişkisine bağlı olduğunu
vurgulamak suretiyle bu konuya “hukukî bir açıklama” getirir. Ancak bir
kimsenin başka birine karşı davranışının, uzun vadede, mutlaka o kişiye karşı
ne hissettiğine yakından bağlı olduğu
gerçeği karşısında, yukarıdaki pasaj -ayet 3 ve özellikle son cümlesi ile
bağlantılı olarak okunduğunda- çok evliliklere manevî/ahlakî bir sınırlama getirmektedir.
148 Lafzen,
“onu boşluktaymış gibi (ke'l-mu‘allaka)
bırakarak bütün ilginizi diğerine yöneltmeyin”; yani, eşlerden birini her türlü
şefkatten yoksun bırakacak şekilde bütün ilginizi diğerine yöneltmeyin. Bu
ibareyi çeviri tarzım konusunda bkz. Lane V, 2137.
149 Lafzen,
“ikisi”.
150 Yani,
“zengin bir adamın sizi onun lehine veya aleyhine sonuçlanacak bir önyargıya
sürüklemesine izin vermeyin ve yersiz bir merhamete kapılarak hakikati
(gizleme) pahasına yoksul kimseyi kayırmayın”.
151 Burada
kasdedilen, önceki vahiyler olgusuna
inanmadır, yoksa önceden vahyedilmiş kitapların -Kur’an'da sıkça ifade edildiği
gibi- asıl metinlerinin kapsamlı bir tahrifata uğramasının sonucu olan bugünkü
şekillerine değil.
152 Allah,
vahiylerini peygamberlere, melek olarak tanımlanan varlıklar veya güçler
aracılığıyla ilettiğinden meleklere iman ile indirilen vahye iman arasında bu
şekilde paralellik kurulmuştur.
153 Lafzen,
“inkarlarını arttıranlara”.
154 Bkz.
3:28. Ancak “dostlar” (evliyâ’,
tekili velî) terimi bu bağlamda
sadece politik ittifakları göstermez.
Her şeyden daha fazla, bariz olarak, hakikati inkar edenler ile “ahlakî
dayanışmaya” işaret eder. Bu da onlar tarafından “onurlandırılma” veya eşit
kabul edilme ümidi ile onların hayat tarzlarını müminlerin hayat tarzına tercih
etmeyi ifade eder. İnatçı inkarcıların hayat tarzının taklit edilmesi, sahih
inancın talep ettiği ahlakî esaslar ile çatıştığından, bu ilkelerin tedricî
olarak terk edilmesine yol açar.
155 Lafzen,
“bunun dışında bir konuşmaya dalıncaya kadar onlarla oturmayacaksınız”. Burada
işaret edilen buyruk, daha erken bir dönemde indirilmiş olan 6:68'de
geçmektedir.
156 Lafzen,
“biz sizin üzerinizde (“kalpleriniz üzerinde” -karş. Lane II, 664) bir
hakimiyet sağlamadık mı ve sizi müminlere karşı savunmadık mı?” Burada “müminler”
terimi, “el” harf-i tarifi yerine
“şu” işaret zamirinin kullanılışını haklı gösteren istihza edici bir îma
taşımaktadır.
157 Bu
duyuru, tamamen manevî/ruhî bir muhtevaya sahiptir ve hayatın değişkenlik
gösteren maddî şartlarına uygulanamaz; zira (bu son ayetin işaret ettiği gibi)
“hakikati inkar edenler” bazan “şanslı” günlerinde olabilirler, yani, müminler
üzerinde geçici bir üstünlük sağlayabilirler.
158 Bazı
müfessirler (mesela Râzî), huve hâdi‘uhum
(lafzen, “O, onları yanıltandır”) ifadesini, “onları hilelerinden dolayı
cezalandıracaktır” şeklinde yorumlarlar. Ancak benim tercih ettiğim çeviri,
aynı türden bir münafıklığın sözkonusu edildiği 2:9 ile daha uyumlu
görünmektedir: “Onlar Allah'ı ve imana ermiş olanları kandırmak isterler;
halbuki kendilerinden başka kimseyi kandıramazlar ve bunu da fark etmezler.”
Bkz. ayrıca Menâr V, s. 469. -Orada
bu yorumlar, birbirlerini tamamlayıcı olarak mütalaa edilmişlerdir.
159 Lafzen,
“kendi aleyhinize açık bir delil”. Bkz. yukarıdaki not 154.
160 Burada
sözü edilen şükür, genel bir mahiyet
taşır- hayatta olmanın ve “can” olarak tanımlanan bir vasıf ile donatılmanın
karşılığında duyulan şükran duygusu: insanı, bu hayat ve şuur nimetinin
tesadüfî olmadığını kavramaya ve böylece, mantıkî bir düşünme süreci içinde Allah'a
inanmaya yönelten bir duygu. Zemahşerî'ye göre bu, “şükr”ün yukarıdaki cümlenin
kuruluş tarzı içinde neden “inanc”ın önüne konulduğunun sebebini açıklar.
161 Bazı
müfessirlerin (mesela, Râzî) işaret ettiği gibi, bu, önceki iki ayette
zikredilen “tevbe etmiş günahkarların” -hem münafıklar hem de doğrudan
inkarcıların- daha önceki söz veya fiillerini teşhir etmeye bir işaret
olabilir: bu ifadenin kullanıldığı bağlamdan çıkarıldığı anlaşılan bir yorum.
Ancak yukarıdaki ibare genel bir muhtevaya da sahiptir: Herhangi bir kimsenin
kötü söz veya fiillerinin, “[onlardan] zarar görenler tarafından söylenmesi
hariç”, toplum içinde ifşa edilmesini yasaklar. Bu, aynı zamanda, bir bütün
olarak toplumu etkileyen kötü davranışların, zarar gören tarafın -burada tüm
toplumun- menfaatleri gerektirdiği takdirde teşhir edilebileceğine işaret eder.
162 Yahut:
“Bazılarına inanır, diğerlerini inkar ederiz” -yani, onlar Allah'a inanırlar
ama peygamberlere inanmazlar (Zemahşerî), yahut, bazı peygamberlere inanırlar
ama diğerlerini inkar ederler (Taberî ve Zemahşerî). Bana göre bu iki yorumdan
ilki daha tercihe şayandır; çünkü o sadece bazı peygamberlerin inkar edilmesini
kapsamaz, ama aynı zamanda, Allah'ın kendi iradesini seçtiği elçiler
aracılığıyla gösterebileceği fikrinin toptan reddini de ifade eder. İslam'a
göre, Allah'ın peygamberlerinden birinin veya tümünün reddi, bizzat Allah'ın
inkar edilmesi kadar şiddetli bir günah teşkil eder.
163 Yani,
onların Allah'ın elçileri oldukları noktasında.
164 Cümlenin
akışından/gelişinden açıkça anlaşıldığı gibi, ehlu'l-kitâb (geçmiş vahiylerin mensupları) terimi, burada özel
olarak Yahudilere işaret eder. Bu, onun “Tevrat'ın izleyicileri” şeklindeki
çevrilmesini açıklar.
165 Yani,
“peygamberliğinin isbatı için”. Alternatif olarak, cümle şu şekilde de
anlaşılabilir: “Onlar senden gökten [fiilen] bir kitap indirmeni isterler”.
Ancak, Yahudilerin, yalnız kendilerinin ilahî vahye mazhar olacaklarına
inandıkları şeklinde çok sık tekrarlanan Kur’ânî beyan ışığında benim tercih
ettiğim çeviri daha uygun görünmektedir.
166 Bkz.
2:55 ve ilgili not 40.
167 Bkz.
2:58-59 ve ilgili dipnotlar.
168 Onların
cezalandırılmasına ilişkin -burada açık şekilde îma edilen- beyan, 160. ayette
açıklığa kavuşturulmuştur.
169 Bkz.
2:88 ve ilgili notlar.
170 Burada
işaret edilen iftira, Hz. İsa'nın “gayrimeşru bir çocuk” olduğu şeklindeki
yaygın Yahudi iddiasıdır.
171 Böylece
Kur’an, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesi hikayesini kesinlikle reddeder.
Müslümanlar arasında yaygın bazı efsanelere göre, Allah, Hz. İsa'nın yerine son
anda ona çok benzeyen bir kişi (bazı rivayetlere göre o kişi Yuda idi) koydu ve
Hz. İsa'nın yerine bu kişi çarmıha gerildi. Ancak bu efsanelerden hiçbiri
Kur’an'dan ve sahih Hadisler'den en küçük bir destek bile bulmaz ve bu
çerçevede klasik müfessirler tarafından üretilen hikayeleri tamamen reddetmek
gerekir. Bunlar, Hz. İsa'nın çarmıha gerilmediği
şeklindeki Kur’ânî beyanı İnciller'de o'nun çarmıha gerilişine ilişkin canlı
tasvirler ile “uyumlu hale getirme”yi amaçlayan şaşkın teşebbüslerden başka bir
şeyi temsil etmezler. Bu şekildeki çarmıha gerilme hikayesi, “sadece onlara
öyle olmuş gibi göründü” şeklinde çevirdiğim ve-lâkin şubbihe lehum Kur’an ibaresinde özlü bir şekilde
açıklanmıştır ve şuna işaret eder: Zamanın akışı içinde, Hz. İsa'dan uzun zaman
sonra, o'nun, insanlığın işlediği ileri sürülen “ilk günah” karşılığında
kefaret olarak haç üzerinde öldüğünü söyleyen bir efsane (muhtemelen o zaman
güçlü olan Mitraistik inançların etkisi altında) gelişmişti; ve bu efsane Hz.
İsa'nın daha sonraki izleyicileri arasında öylesine köklü şekilde yerleşti ki
düşmanları olan Yahudiler bile ona inanmaya -olumsuz anlamda olsa da-
başladılar (çünkü çarmıha germe, o zamanlar en tehlikeli suçlular için verilen
ölüm cezasının berbat bir biçimi idi). Bana göre bu, ve-lâkin şubbihe lehum ibaresinin tek tatmin edici açıklamasıdır.
Çünkü, şubbihe lî ibaresi, deyim
olarak da huyyile lî (“[bir şey] bana
güzel bir hayal oldu”, yani, “benim zihnimde” -başka bir deyişle, “bana öyle
geldi”) ibaresiyle eşanlamlıdır (bkz. Kâmûs,
heyele maddesi ve Lane II, 833 ve IV,
1500).
172 Karş.
3:55. O ayette Allah, Hz. İsa'ya “Seni ölüme yollayacağım ve katıma
yücelteceğim buyurur. Rafe‘ahû
(lafzen, “o'nu yüceltti” yahut “o'nu yukarı çıkarttı”), bir insanın raf‘ edilmesi (“yukarı çıkartma/yükseltme”)
fiili ne zaman Allah'a atfedilmişse, her zaman “onurlandırma” yahut “yüceltme”
anlamlarına gelir. Kur’an'ın hiçbir yerinde, Allah'ın Hz. İsa'yı yaşadığı
sırada bedensel olarak cennete “yükselttiği” şeklindeki yaygın inancı
destekleyen bir beyan yoktur. Yukarıdaki ayetteki “Allah o'nu kendi katına
yüceltti” ibaresi, Hz. İsa'nın Allah'ın özel rahmeti mertebesine
yükseltildiğini gösterir; rafe‘nâhu
“o'nu yücelttik” fiilinin İdris Peygamber ile bağlantılı olarak kullanıldığı
19:57'den açıkça anlaşılacağı gibi, bu bütün peygamberlerin yararlandıkları bir
lütuftur. (Bkz. ayrıca Menâr III, 316
ve VI, 20'de Muhammed Abduh.) Cümlenin başındaki “hayır” (bel) vurgusu, Yahudilerin Hz. İsa'yı haç üzerinde korkunç bir ölüme
mahkum ettiklerine inanmaları ile Allah'ın “o'nu kendi katına yücelttiği”
gerçeği arasındaki zıtlığı vurgulamayı amaçlar.
173 Lafzen,
“ölümünden önce o'na inanmamış olsun”. Bu ayete göre bütün Yahudiler ve
Hristiyanlar, ölümleri anında Hz. İsa'nın Allah'ın bir peygamberi olduğunu -ve
ne bir sahtekar ne de “Allah'ın oğlu” olmadığını- anlarlar (Zemahşerî).
174 Müfessirlerin
büyük çoğunluğu, bunun, 3:93 ve 6:146'da atıfta bulunulan, Yahudiler'e konulmuş
katı beslenme kısıtlamalarına işaret ettiğini kabul ederler. Ancak 3:93'de, bu
kısıtlama ve yasaklamaların “Tevrat onlara gönderilmeden önce” işlenmiş kötü
fiillerin bir cezası olduğu açıkça ifade edildiğinden ve şimdi ele aldığımız
ayet ise onların daha sonraki günahkar davranışlarıyla ilgili bulunduğundan,
burada sözü edilen cezanın başka bir şey olduğu sonucuna varırız: Yahudi
toplumunun, diğer milletlerin yararlandığı “hayatın birçok nimetleri”nden
çağlar boyu mahrum kalmaları cezası ve başka bir deyişle, onların, yazılı
tarihlerinin büyük bölümünde ve özellikle Hz. İsa'dan sonraki dönemde yaşamak
zorunda kaldıkları aşağılanma ve sıkıntılar. Harramnâ ‘aleyhim (lafzen, “onlara yasakladık”) ibaresini “onları
yoksun bıraktık” şeklinde çevirmem, bu yoruma dayanmaktadır.
175 Sadde
fiili (“saptı”) hem geçişsiz hem de geçişli olabileceği gibi ondan türetilen sadd ismi için de aynı şey geçerlidir.
Birinci durumda cümle, “Allah yolundan sıkça saptıkları için”; ikinci durumda
ise, “[diğer] bir çoğunu Allah yolundan saptırdıkları için” şeklinde okunur.
Kur’an'da İsrailoğulları'nın inatçı tabiatlarının sıkça vurgulanması -ve Eski
Ahid'de bu mealdeki birçok delil- karşısında fiilin geçişsiz biçimini tercih
ettim.
176 Yani,
Yahudiler arasından, sadece ibadetlerini yerine getirmekle yetinmeyip inancın
en derin anlamına nüfûz etmeye çalışanlara.
177 Basra
ekolüne mensup dil bilginlerine ve özellikle Sîbeveyh'e göre, mukîmîne's-salât “namazlarında dikkatli
ve daim olanlar” ibaresinde mansûb halin (accusative) -merfû (nominative) el-mukîmûn hali yerine- kullanılması,
namaza ve onu ikame edenlere nisbet edilen özel, övgüye-değer vasfı vurgulamayı
amaçlayan uygun bir gramatik araçtır (bkz. Zemahşerî ve Râzî). Parantez içinde
“özellikle” kelimesini kullanmamın sebebi budur.
178 Yani,
Mezmurlar (bkz. sure 21, not 101).
179 Yani,
bu surenin nüzulünden önce.
180 Yani,
Hz. İsa'yı uluhiyet mertebesine yükseltmek suretiyle. Burada özellikle
Hristiyanlara hitab edildiğinden, kitâb terimini
“İncil” olarak çevirdim.
181 Lafzen,
“Meryem'e ilettiği kelimesi ve O'ndan bir can”. Taberî'ye göre “kelime” (kelime), “Allah'ın meleklere Meryem'e
iletmelerini emrettiği duyuru" (risâlet)
ve Allah'ın ona müjdesi” (3:45'e bir atıf) idi- ki kelimetuhû'nun “O'nun vaadi[nin tahakkuku]” olarak çevrilmesini
haklı gösteren bir yorumdur. (Bkz. ayrıca sure 3, not 28). “O'ndan bir can”
yahut “O'nun tarafından yaratılan bir can” ifadesi konusunda kayda değer olan
husus, rûh kelimesinin Kur’an'da
taşıdığı çeşitli anlamlardan (mesela, 2:87 ve 253'deki “ilham” gibi) başka,
aynı zamanda, öncelikli olarak “hayat soluğu”, “ruh” yahut “can” anlamlarında da
kullanılmış olduğudur: mesela, insan embriyosunun sürekli evriminden söz edilen
32:9'daki gibi: Allah, “sonra ona (yaratılış) amacına uygun bir şekil verip
kendi ruhundan üfler” -yani, Allah'ın insana yüce armağanını temsil eden ve bu
nedenle “O'nun ruhundan bir nefes” olarak tanımlanan bilinçli bir can ile onu
donatır. Hz. İsa'nın saf insan tabiatını vurgulayan ve o'nun uluhiyetini
reddeden bu ayette ise Kur’an, Hz. İsa'nın, diğer bütün insanlar gibi “O'nun
tarafından yaratılan bir can” olduğuna işaret eder.
182 Lafzen,
“onları rahmeti ve lütfu içine alacak”.
183 Yani,
sonraki cümlede zikredilen miras hükümleri hakkında. İstiftâ’nın ([belli] bir hüküm hakkında aydınlatılma arzusu) anlamı
konusunda bkz. bu surenin 145. notu. Önceki pasajlardan akâid sorunlarıyla
ilgili bu pasaja görünürdeki anî geçiş, Kur’an'ın, ahlakî öğütleri pratik
düzenlemelerle bilinçli olarak örmesi prensibine uygundur. Bu, insan hayatının
–ruhsal, fiziksel, bireysel ve sosyal olarak– parçalanmaz bir bütün olduğu ve
bu nedenle, “iyi hayat” kavramı hayata tam olarak geçirilmek isteniyorsa, onun
bütün cephelerinin eş-anlı olarak gözönüne alınması gerektiği şeklindeki
öğretinin bir sonucudur. Yukarıdaki ayet, bu surenin başlarında ele alınan
miras hükümleri demetini de tamamlayıcı niteliktedir...
184 Lafzen,
“kadın ve erkek kardeşler (ihveh)”. İhveh tabirinin erkek kardeşleri veya
kız kardeşleri ya da hem erkek hem de kız kardeşleri kapsadığını kaydetmeliyiz.