a2/BAKARA
Bu surenin başlığı,
67-73.
ayetlerinde anlatılan kıssadan alınmıştır. Bakara,
büyük kısmı hicretin ilk iki yıllık
döneminde olmak üzere, tamamı Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden sonra
vahyedilen ilk suredir. Ancak
275-281.
ayetler, Hz. Peygamber'in vefatından önceki son aylara aittir (281. ayet, Hz.
Peygamber'in aldığı en son vahiy olarak kabul edilmektedir).
Bir
bütün olarak Kur’an vahyinin temel amacının ilanıyla -yani, insana bütün
manevî/ruhî ve dünyevî işlerinde rehberlik (duyurusu) ile- başlayan Bakara suresi, Allah'a karşı sorumluluk
bilincine sahip olmanın gereğini sürekli vurgulamanın yanısıra, geçmiş
vahiylerin mensuplarının, özellikle de İsrailoğulları'nın işlemiş oldukları
cürümlere de sık sık atıflarda bulunmaktadır.
106.
ayette Peygamber Muhammed (s)'e indirilen vahiy ile daha önceki tüm mesajların
ilga edildiğine işaret edilmesi, bu surenin -gerçekte Kur’an'ın tümünün- doğru
anlaşılmasında büyük bir önemi haizdir. Burada, özellikle surenin son kısmında
vaz‘edilen -ahlak, sosyal ilişkiler, savaş vb. sorunlara değinen- hukukî
kuralların çoğu, sözkonusu kilit ifadenin doğrudan bir sonucudur. Defalarca
gösterilmiştir ki Kur’an'ın düzenlemeleri, insan tabiatının gerçek
ihtiyaçlarına tekabül etmektedir ve bu, yalnızca, insanlık tarihinin başından
beri Allah tarafından insana bahşedilen ahlakî yol-göstericiliğin bir
devamıdır. Burada, üç büyük tek-tanrılı dinin temelinde yatan Allah'ın birliği
ilkesine ve zihni bu mesele ile yoğun bir şekilde meşgul olan peygamberlerin
atası Hz. İbrahim'e özel olarak dikkat çekilmiştir. Ve Hz. İbrahim Mâbedi'nin,
yani Kâbe'nin “Allah'a tam teslim olanlar” (ki bu, müslimûn kelimesinin karşılığıdır, tekili müslim) için kıble olarak belirlenmesi, bütün gerçek müminlerin
kendilerini İbrahim akidesi ile bilinçli olarak özdeşleştirmelerinin adeta bir
tasdikidir.
Bu
sure boyunca şu beş Kur’ânî akidenin işlendiğini görürüz:
•
Allah, bütün varlıkların kendi kendine yeterli yegane kaynağıdır (el-Kayyûm);
•
Ardarda gönderilen peygamberler aracılığıyla vurgulanan Allah'ın varlığı
olgusu, insan tefekkürü ile kavranabilir niteliktedir;
•
Sadece inanmak değil, dürüst ve erdemli yaşamak da bu zihinsel idrakin ve
tefekkürün zorunlu bir sonucudur;
•
Bedenî ölümü yeniden dirilme ve hesaba çekilme takip edecektir;
•
Allah'a karşı sorumluluklarının gerçekten bilincinde olan bir kimse “ne korku,
ne de üzüntü duyacaktır”.
1 Elif-Lâm-Mîm.1
2 BU
İLAHÎKELÂM–ki üzerinde hiçbir şüpheye yer yoktur– Allah'a karşı
sorumluluklarının bilincinde olanlara2 bir rehber
[olarak indirilmiş]tir,
3 onlar
ki, insan idrakini aşa[n olguların varlığı]na3 inanırlar ve namazlarında dikkatli ve
devamlıdırlar; kendilerine verdiğimiz rızıktan4 başkaları için harcarlar;
4 ve
onlar (ey Peygamber), sana indirilene de senden önce indirilmiş olana5 da iman ederler: çünkü onlar, öteki dünyanın
varlığından bütün kalpleriyle emindirler.
5 İşte
Rablerinin gösterdiği yolda yürüyen kimseler onlardır, mutluluğa erişecek
kimseler de onlardır!
6 UNUTMA
Kİ hakikati inkara şartlanmış olanlar6 için
kendilerini uyarıp uyarmaman fark etmez: onlar inanmazlar.
7 Allah
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir ve gözlerinin üzerinde de bir
perde7 vardır; dehşet verici bir azap beklemektedir
onları.
8 Ve
öyle kimseler var ki gerçekte inanmadıkları halde “Biz Allah'a ve Ahiret
Günü'ne inanıyoruz” derler.
9 (Aslında)
onlar, (böylece) Allah'ı ve imana ermiş olanları kandırmak isterler. Halbuki
kendilerinden başka kimseyi kandıramazlar; ve bunu da fark etmezler.
10 Kalpleri
hastalıklıdır, Allah hastalıklarını daha da arttırmıştır ve ısrarlı
yalanlarından dolayı8 onları şiddetli bir azap
beklemektedir.
11 Onlara
“Yeryüzünde fesat yaymayın!” denildiğinde “Biz sadece ıslah edicileriz!” diye
cevap verirler.
12 Gerçekte
onlar fesat saçan kimselerdir, ama bunu (kendileri de) idrak etmezler.9
13 Onlara:
“Diğer insanların inandığı gibi inanın!” denildiğinde, “(Şu) dar kafalıların
inandığı gibi mi?” diye cevap verirler. Gerçekte onlardır dar kafalılar, ama
bunu bilmezler!
14 Ve
imana ermiş olanlarla karşılaştıklarında, “Biz de [sizin gibi] inanıyoruz!”
derler; ama şeytanî dürtüleriyle10 başbaşa
kaldıklarında, “Aslında biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece eğleniyoruz”
derler.
15 Allah
da bu alaycı tavırlarından dolayı onlara hak ettikleri karşılığı verecek11 ve onları küstahlıkları ile başbaşa şaşkınca
bocalamaya terk edecektir.
16 (Çünkü)
onlar, hidayete karşılık sapıklığı satın almışlar, ama ne (bu) ticaretleri
onlara fayda sağlamış, ne de [başka bir şekilde] hidayet bulmuşlardır.
17 Onların
hali, ateş yakan öyle kimselerin haline benzer ki, o (ateş), çevrelerini
aydınlatır aydınlatmaz Allah, göremesinler diye onların ışığını alıp onları
zifiri karanlığa gömer;
18 onlar,
sağır, dilsiz, kördürler; ve (artık) geriye dönemezler.
19 Ya
da [onların durumu,] gökten zifiri karanlıklar içinde gök gürültüsü ve şimşekle
gelen şiddetli bir sağanağ(a benzer): Ölümün dehşeti içinde yıldırımlardan
korunmak için parmakları ile kulaklarını tıkarlar, ama Allah hakikati inkar
edenleri [kudreti ile] kuşatır.
20 Çakan şimşekler neredeyse gözlerini alıverir;
ışık verince hareket ederler, karanlık üzerlerine çökünce oldukları yerde
çakılıp kalırlar.
Şayet
Allah dileseydi, onların işitme ve görme [kabiliyet]lerini ellerinden
alabilirdi:12 Çünkü Allah her şeye kâdirdir.
21 EY
İNSANLAR! Sizi ve sizden önce yaşamış olanları yaratan Rabbinize kulluk edin ki
O'na karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız.
22 O
ki, yeryüzünü size bir dinlenme yeri, gökyüzünü bir çardak yapmış, gökten su
indirmiş ve onunla size rızık olarak meyveler çıkarmıştır: o halde [Bir ve Tek
İlah olduğunu] bile bile Allah'a ortaklar koşmayın.13
23 Eğer
kulumuz [Muhammed]'e katımızdan safha safha indirdiğimiz vahyin14 bir kısmından şüphe ediyorsanız o zaman aynı
değerde bir sure getirin (de görelim) ve -eğer dediğiniz doğruysa- Allah'tan başkalarını
da size şahitlik etmeleri için çağırın.15
24 Eğer
bunu yapamıyorsanız -ki kesinlikle yapamayacaksınız- o zaman yakıtı insanlar ve
taşlar16 olan, hakikati inkar edenler için hazırlanmış
ateşi bekleyin!
25 Ama
imana ermiş olup doğru ve yararlı işler yapanlara, içlerinden ırmaklar akan
hasbahçelerin kendilerine ait olacağını müjdele! Onlara ne zaman rızık olarak
oradan bazı ürünler bahşedilse, “Bunlar, bize daha önce bahşedilenlerin
aynısıymış” diyecekler. Çünkü onlara o [geçmişte tadılanlar]ı hatırlatacak
şeyler17 verilecek. Onlar, orada tertemiz eşler
bulacaklar ve orayı mesken edinecekler.
26 Bakın,
Allah, bir sivrisineği [hatta] ondan daha küçük bir şeyi18 örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş
olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler.
Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, “Bu örnek ile Allah ne demek istiyor
acaba?” derler.
Bu
yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat
fasıklardan başkasını saptırmaz,
27 onlar
ki, [fıtratlarına] yerleştirildikten sonra Allah'a karşı taahhütlerini19 bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği
şeyi koparıp ayırırlar ve yeryüzünü fesada verirler: İşte bunlardır hüsrana
uğrayanlar.
28 Cansız
iken size hayat veren ve sizi ölüme götüren, sonra tekrar hayata kavuşturan ve
(sonunda) Kendisine döndürüleceğiniz Allah'ı nasıl inkar edersiniz?
29 Ve
dünya üzerinde ne varsa sizin için yaratan, plan ve tasarımını göklere
uygulayıp onları yedi gök20 şeklinde düzenleyen
O'dur; ve yalnızca O'dur her şeyin tam bilgisine sahip olan.
30 İŞTE
O ZAMAN21 Rabbin meleklere: “Bakın, Ben yeryüzünde ona
sahip çıkacak birini yaratacağım!”22 demişti.
Onlar:
“Seni övgüyle yüceltip takdîs eden bizler dururken, orada, bozgunculuğa ve
yozlaşmaya yol açacak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler.
[Allah:]
“Sizin bilmediğiniz (çok şey var, onları) Ben bilirim!” diye cevapladı.
31 Ve
O, Âdem'e her şeyin ismini23 öğretti, sonra onları
meleklerin önüne koydu ve “Dedikleriniz doğruysa24 haydi bu [şey]lerin isimlerini bana söyleyin
bakalım!” dedi.
32 Onlar:
“Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin
dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek
hikmet Sahibi!” diye cevap verdiler.
33 O:
“Ey Âdem, bu [şey]lerin isimlerini onlara bildir!” buyurdu.
[Âdem]
isimleri onlara bildirince [Allah]: “Size, ‘göklerin ve yerin gizli
gerçekliğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben
bilirim’ dememiş miydim?” dedi.
34 Sonra
Meleklere “(Haydi!) Â-dem'in önünde yere kapanın!” dediğimizde25 İblis dışında hepsi yere kapandı, o ise
reddetti ve (üstelik) küstahça böbürlendi: böylece hakkı inkar edenlerden oldu.26
35 Ve
(sonra,) “Ey Âdem,” dedik: “Sen ve eşin bu bahçeye27 yerleşin ve orada dilediğinizden serbestçe
yiyin; ancak bir tek şu ağaca28 yaklaşmayın ki zalimlerden olmayasınız”.
36 Ama
Şeytan orada ikisini de yoldan çıkardı ve böylece sahip oldukları konumu
yitirmelerine sebep oldu.29 Bu yüzden Biz: “Buradan
çıkıp gidin, (bundan sonra) birbirinize düşman olarak yaşayın ve yeryüzünü bir
müddet için mesken edinip orada geçiminizi sağlayın!”30 dedik.
37 Derken
Âdem Rabbinden [yol gösterici] sözler aldı. Ve (Allah) o'nun tevbesini kabul
etti: çünkü yalnız O'dur tevbeleri kabul eden, rahmet dağıtan.
38 Biz,
“Hepiniz buradan çıkıp gidin!” dedikse de size yol göstericiliğimiz devam
edecektir: ve Benim yol gösterici mesajlarıma uyanlar için artık ne korku
vardır, ne de üzüntü;
39 ama
hakikati inkara şartlanmış olanlara ve mesajlarımızı yalanlayanlara gelince
-işte onlar içinde yaşayıp kalmak üzere, ateşe mahkum olan kimselerdir.
40 EY
İSRAİLOĞULLARI!31 Size bağışladığım o nimetleri hatırlayın ve
Bana verdiğiniz sözü tutun (ki) Ben de sözümü tutayım; ve Benden, yalnız Benden
sakının!
41 Bunun
için de, size geçmişte bildirilmiş olan haberleri doğrulayıcı nitelikte
indirdiğim bu vahye inanın; onun gerçekliğini inkar edenlerin öncüsü olmayın;
mesajlarımı küçük bir kazanca32 değişmeyin; ve Bana, yalnızca Bana karşı
sorumluluk bilinci taşıyın!
42 Hakkı
bâtıl ile örtüp bile bile gizlemeyin.33#
43 Namazda
dikkatli ve devamlı olun, karşılıksız yardımda34 bulunun ve namazda rükû edenlerle birlikte
rükû edin.
44 Siz
kendinizi unutarak diğer insanlara erdemli olmayı mı öğütlüyorsunuz- hem de
ilahî kelâmı okuyup durduğunuz halde? Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız?
45 (Ey
müminler!) Sabır ve namazla yardım dileyin: Bu, tam bir sığınma duygusu içinde
yürekten Allah'a yönelenler dışında herkes için zor bir iştir,#
46 onlar
ise (sonunda) Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini kesinlikle
bilirler.
47 Ey
İsrailoğulları! Size bağışladığım nimetleri ve sizin diğer kavimlere karşı
üstün gelmenizi sağladığım günleri hatırlasanıza!#
48 Ve
hiçbir insanın ötekine en ufak bir yararının dokunamayacağı, hiç kimseden
şefaatin kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı35 ve hiç kimsenin yardım görmeyeceği Gün[ün
mutlaka gelip çatacağı] bilinciyle yaşasanıza!
49 Ve
oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakarak sizi azapların en kötüsüne
uğratan36 Firavun hanedanının elinden sizi kurtardığımız
günleri [hatırlayın]- (o günler) ki Rabbinizden büyük bir imtihan vardı sizin
için.#
50 Ve
önünüzdeki denizi yarıp sizi (nasıl) kurtardığımız, gözlerinizin önünde
Firavun'un adamlarını (nasıl) boğduğumuz,#
51 (ve
nasıl) Musa'yı [Sina Dağı'nda] kırk gece tuttuğumuz ve o'nun yokluğunda [altın]
buzağıya tapmaya başladığınız ve böylece zalimlerden olduğunuz,#
52 dahası,
(bütün) bunlardan sonra, belki şükredenlerden olursunuz diye bu günahınızı
affettiğimiz günleri (hatırlayın).37
53 Ve
[hatırlayın,] Musa'ya ilahî kelâmı -[böylece] doğruyu yanlıştan ayırd etmek
için [kullanacağı] ölçüyü38- vermiştik ki doğruya yönelesiniz;#
54 Ve
Musa, halkına (dönüp) “Ey halkım!” demişti, “Doğrusu buzağıya taparak kendinize
karşı suç işlediniz, o halde tevbe ederek (tekrar) Yaratıcınıza yönelin ve
nefsinizi yok edin;39 bu, sizin için
Yaratıcınızın katında en hayırlısı olacaktır.”
Bunun
üzerine O, tevbenizi kabul etmişti: Çünkü yalnız O'dur tevbeleri kabul eden,
Rahmet Dağıtan.
55 Ve
[hatırlayın] (hani,) “Ey Musa, doğrusu Allah'ı kendi gözümüzle görmedikçe sana
asla inanmayacağız!” dediğinizde, (işte o an) siz daha (ne oluyor diye)
çevrenize bakınıp dururken ceza yıldırımı40 sizi yakalamıştı.
56 Ama
ölü (bir toplum) haline geldikten sonra41 belki şükredenlerden olursunuz diye sizi
tekrar dirilttik.
57 Ve
bulutların sizi gölgeleri ile ferahlatmasını sağladık, ayrıca “Size rızık
olarak verdiğimiz güzel şeylerden yararlanın” [diyerek] kudret helvası ve
bıldırcın gönderdik.
O
soydaşlarınız [işledikleri bu günahlarla] bize hiçbir zarar vermediler, fakat
[sadece] kendilerine zulmettiler.
58 Ve
yine [hatırlayın o günleri,] Biz, “Bu beldeye42 girin ve yiyeceklerinden dilediğiniz kadar bol
bol yiyin; fakat kapıdan (tevazu içinde,) boyun eğerek girin ve ‘Günahlarımızın
yükünü üzerimizden kaldır!’43 deyin ki
günahlarınızı bağışlayayım ve iyilik yapanlara sınırsız mükafat vereyim”
demiştik.
59 Ama
o zulmetmeye şartlanmış olanlar kendilerine tevdî edilmiş olan (söz)ü başka bir
sözle değiştirdiler44: Bunun üzerine Biz de yoldan çıkmalarından ötürü o zalimlerin
üzerine gökten bir bela indirdik.
60 Ve
yine bir keresinde Musa, kavminin su ihtiyacı için (Bize) yalvarmıştı ve Biz de
kendisine: “Asânla kayaya vur” demiştik. Bunun üzerine oradan oniki kaynak
(birden) fışkırmıştı ki halkın tümü nereden (hangi kaynaktan) içeceğini bilsin.45 [Ve Musa demişti:] “Allah tarafından verilen
rızıktan yiyip için, ama yeryüzünün yozlaşmasına ve çürümesine yol açarak
bozgunculuk yapmayın.”
61 Ve
bir zamanlar yine siz: “Ey Musa, doğrusu biz bir tek çeşit yiyecekle yetinemeyiz,
öyleyse Rabbine dua et de bize topraktan yetişen ürünler, sebze, salatalık,
sarımsak, mercimek, soğan (gibi ürünler) çıkarsın” demiştiniz.
[Musa]:
“Daha hayırlı [ve onurlu] olan durumu daha aşağılık olanla mı değiştirmek
istiyorsunuz?46 O halde utanç içinde Mısır'a dönün;47 orada istediğiniz şeylere kavuşabilirsiniz!”
demişti.
Böylece,
onlara yoksulluk, düşkünlük damgası vuruldu ve Allah'ın gazabına uğradılar.
Bütün bunlar, Allah'ın mesajının gerçekliğini inkar etmedeki ısrarları ve
haksız şekilde Peygamberleri öldürmeleri yüzündendir: Bütün bunlar, [Allah'a]
isyan etmeleri ve hakkın sınırlarını ihlal etmedeki ısrarlarından dolayıdır.48
62 KUŞKUSUZ,
[bu ilahî kelâma] i-man edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden,
Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden49 Allah'a
ve Ahiret Günü'ne inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü
Rablerinden hak ettikleri mükafatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de
üzüleceklerdir.50
63 İŞTE
O ZAMAN, Sina Dağı'nı üzerinize yükselterek51 ciddî ve samimî (görünen) taahhüdünüzü kabul
etmiş ve “Size bahşettiğimiz şeye [bütün] gücünüzle sımsıkı sarılın ki Allah'a
karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız!” [demiştik].
64 Ama
siz ondan sonra sözünüzden döndünüz! Eğer Allah'ın size lütfu ve merhameti
olmasaydı kendinizi muhakkak ziyana uğrayanlar arasında bulurdunuz;#
65 nitekim,
içinizde Sebt Günü'nün kutsallığını ihlal edenleri biliyorsunuz; bu
davranışlarından ötürü onlara: “Aşağılık maymunlar gibi olun!” dedik;#
66 ve
onları hem kendi zamanları, hem de bütün gelecek zamanlar için uyarıcı bir
örnek kıldık, Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlara da ibret
alınacak bir ders.52
67 HANİ,
O ZAMAN Musa, halkına: “Dinleyin! Allah bir sığır kurban etmenizi emrediyor”53 demişti.
Onlar:
“Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler.
O: “Bu
kadar cahil olmaktan54 Allah'a sığınırım!” diye
cevap verdi.
68 Onlar:
“(Madem öyle,) Rabbine bizim için dua et de bunun nasıl bir kurban olacağını
bize açıklasın” dediler.
[Musa]
“Bakın!” dedi, “O, ne yaşlı ne körpe, ama ikisi arasında orta yaşta bir sığır
olmasını istiyor. O halde size verilen emri yerine getirin!”
69 Onlar:
“Rabbine bizim için dua et de onun renginin nasıl olacağını bize açıklasın”
dediler.
[Musa'nın]
cevabı şu oldu: “O, kurbanın sarı renkte, parlak tonda, görenlere zevk veren
bir sığır olmasını istiyor”.
70 Onlar:
“Rabbine bizim için dua et de onun nasıl olacağını bize (daha açık) bildirsin,
(çünkü) bize göre tüm sığırlar birbirlerine benzer; ve sonra, Allah arzu ederse
biz elbette doğru yola yöneliriz!” dediler.
71 [Musa'nın]
cevabı şu oldu: “O, bu kurbanın ekinleri sulamak veya toprağı sürmek için hiç
koşulmamış, kusursuz, alacasız bir sığır olmasını istiyor”.
Onlar:
“İşte, sonunda gerçeği bildirdin!” dediler; ve hemen (onu) kurban ettiler,
halbuki neredeyse hiçbir şey yapmadan kalacaklardı.55
72 Çünkü
ey İsrailoğulları, siz bir adam öldürmüştünüz ve sonra da bu [suç]un
sorumluluğunu birbirinizin üstüne atmıştınız. Oysa Allah, sizin örtbas
ettiğiniz her şeyi56 açığa çıkarmaya
kâdirdir.#
73 Biz
dedik ki: “Bu [prensib]i bu gibi [çözümlenmemiş cinayet olay]larının bazılarına
da uygulayın:57 Bu yolla Allah canları ölümden korur ve kendi
iradesini size gösterir58 ki (bunu görüp)
muhakemenizi kullan[mayı öğren]ebilesiniz.”
74 Ama,
bütün bunlardan sonra kalpleriniz katılaştı; kaya gibi hatta daha da sert oldu:
Çünkü, unutmayın, öyle kayalar var ki içinden ırmaklar fışkırır; ve öylesi de
var ki yarıldığında içinden su çıkar; bazısı da Allah korkusuyla (yerinden
kopup) aşağı yuvarlanır.59 Allah, yaptıklarınızdan
gafil değildir!
75 ŞİMDİ,
onların tebliğ ettiğiniz şeye inanacaklarını bekliyor musunuz?60 Aksine, birçoğu Allah'ın kelâmını dinler ama
onu anladıktan sonra bile bile çarpıtırlar.61#
76 Nitekim,
imana ermiş olanlarla buluştuklarında, “[Sizin inandığınız gibi] inanıyoruz!”
derler; ama birbirleriyle başbaşa kaldıklarında, “Rabbinizin kelâmını62 size karşı koz olarak kullansınlar diye mi
Allah'ın size açıkladığı şeyleri onlara haber veriyorsunuz? Aklınızı başınıza
toplamayacak mısınız?” derler.
77 Bilmezler
mi ki Allah, açığa vurdukları şeylerden de, gizlediklerinden de haberdardır?
78 Onlar
arasında ilahî kelâmın63 gerçek bilgisine sahip
olmayan, kitap ile ilgisiz insanlar var; [ki bunlar] sadece birtakım
kuruntular[a tâbi olurlar] ve zanna dayanırlar.#
79 O
halde, yazıklar olsun onlara ki, kendi elleriyle, ilahî kelâm[dan olduğunu
iddia ettikleri hususlar]ı kaydettikten sonra, az bir kazanç elde etmek için,
“Bu Allah'tandır!” derler. (Böyle diyerek) kendi elleriyle kaydettiklerinden
ötürü yazıklar olsan onlara! Ve yine bütün o kazandıklarından ötürü yazıklar
olsun böylelerine!64
80 Ve
onlar: “Ateş, bize birkaç günden fazla dokunmaz” derler.65 De ki [onlara]: “Allah'tan bir söz mü aldınız
-çünkü Allah hiçbir zaman sözünden caymaz- yoksa asla bilemeyeceğiniz bir şeyi
mi Allah'a isnad ediyorsunuz?”
81 Evet!
işte [böylesine] büyük bir kötülük işleyen ve [bunun] günahıyla çepeçevre
kuşatılan kimseler var ya, işte böyleleridir içinde kalmak üzere ateşe mahkum
olanlar!#
82 İmana
ermiş olup doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, sürekli içinde kalmak
üzere cenneti hak edenler de işte bunlardır.
83 VE
BİR ZAMAN, [ey] İsrailoğulları, [sizden] şu (konularda) kesin taahhüt almıştık:66 “Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz;
akraba ve ebeveyninize, yetimlere ve fakirlere iyilik yapacaksınız; bütün
insanlarla güzellikle konuşacaksınız; namazlarınızda dikkatli ve devamlı
olacaksınız ve karşılıksız yardımda bulunacaksınız.”67
Ama,
birkaçınız dışında bu sözünüzden döndünüz: zaten siz, inatçı, isyankar bir
toplumsunuz!68
84 O
zaman, birbirinizin kanını dökmeyeceğinize, birbirinizi yurtlarınızdan
sürmeyeceğinize dair kesin söz almıştık sizden, siz de kabul etmiştiniz; ve
[şimdi de] buna şahitlik yapıyorsunuz.#
85 Buna
rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu
halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı
günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize
düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan!69
Böyle
yaparak, ilahî kelâmın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı
ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bu dünya
hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey
olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
86 Ahiret
hayatı karşılığında bu dünya hayatını satın alanlar var ya, işte böylelerinin
azabı hafifletilmeyecek ve onlara yardım edilmeyecektir.
87 Biz
Musa'ya ilahî kelâmı bahşettik ve birbiri ardınca o'nu izleyen elçiler
gönderdik:70 Meryem oğlu İsa'ya da hakikatin tüm kanıtlarını
vahyettik ve o'nu kutsal ilham71 ile
güçlendirdik. [Ama] ne zaman bir elçi hoşunuza gitmeyen bir şey getirdiyse
küstahlıkta haddi aşarak bir kısmını öldürdüğünüz72 ve diğerlerini yalanladığınız doğru değil mi?
88 Ama
onlar: “Kalplerimiz zaten bilgi ile dolu!”73 derler. Hayır, bilakis Allah, onları hakikati
kabullenmeyi reddettikleri için gözden çıkarmıştır: Zira onlar, sadece
basmakalıp birkaç şeye inanırlar.74
89 Ve
ne zaman Allah katından onlara, halen sahip oldukları hakikati tasdik eden bir
[yeni] vahiy geldiyse, daha önce, hakikati inkara şartlanmış olanlara karşı
üstün gelmek için yalvarıp yakardı[klarını çarçabuk unutarak] daha önce
tanıdıkları [hakikati] bu defa inkara kalkıştılar. Ve Allah'ın lâneti, hakikati
inkar eden herkesin üzerinedir.
90 Allah'ın
lütfunu dilediği kuluna bahşetmesini kıskanarak75 Allah'ın indirdiği hakikati inkar etmeleri ve
böylece kendilerini kaptırdıkları şu [boş gurur] ne kötü! Onlar böylece
Allah'ın gazabını tekrar tekrar hak ettiler. Ve o hakikati inkar edenler için
hazırlanmış utanç verici bir azap vardır.
91 Nitekim
onlara: “Allah'ın indirdiğine inanın!” denildiğinde, “Biz [yalnızca] bize
indirilene inanırız!” diye cevap verirler; ve zaten bildikleri bir gerçeği
tasdik ve teyid eden bir hakikat bile olsa, sonra gelen her haberi inkar
ederler.
De ki:
“Madem [gerçek] müminler idiniz de neden Allah'ın önceki peygamberlerini
öldürdünüz?”76
92 Gerçekten
Musa size hakikatin tüm kanıtları ile gelmişti (ama) o'nun yokluğunda hemen
[altın] buzağıya tapmaya başlamış ve böylece haince bir davranış içine
girmiştiniz.
93 Biz
o zaman, Sina Dağı'nı üzerinize kaldırıp, “Size emanet ettiğimiz şeye [bütün]
gücünüzle sarılın ve ona kulak verin!” [diyerek] sizden kesin bir taahhüt
almıştık.
[Bütün
bu hatırlatmalara rağmen] onlar: “Dinledik, ama itaat etmiyoruz!” derler.77 Zira, hakikati reddetmeleri yüzünden bunların
kalplerini [altın] buzağı sevgisi kaplamıştır.78
De ki:
“Ne kötü (şu) inancınızın sizi yönelttiği [şey]! Eğer gerçekten bir şeylere
inanıyorsanız.”
94 De
ki: “Eğer Allah katındaki ahiret hayatı, başka hiç kimseye değil de yalnız size
mahsus ise79 ve bu kanaatinizde samimi iseniz o zaman ölümü
arzulamanız gerekmez mi?”
95 Ama
kendi elleriyle yapıp-ettikleri ortadayken bunu hiçbir zaman temenni
etmeyecekler: Allah zalimleri her halleriyle bilmektedir.#
96 Ve
sen onları başkalarından daha ihtirasla hayata sarılmış göreceksin, hatta
Allah'tan başkasına ilahlık yakıştırmaya şartlanmış olanlardan bile daha çok:
onların her biri binlerce yıl yaşamak ister; halbuki uzun yaşaması, böyle
birini [ahirette] azaptan kurtarmaz: zira Allah onun bütün yapıp-ettiklerini
görmektedir.
97 [EY
PEYGAMBER, onlara] şunu anlat: Kim ki, Allah'ın izniyle senin kalbine, önceki
çağlarda indirilenleri doğrulayan, inananlara bir muştu ve rehber olan bu [ilahî
kelâm]ı indirdiği için Cebrail'e düşmanlık besliyorsa;#
98 kim
ki Allah'a, O'nun meleklerine, Cebrail ve Mikail de dahil O'nun elçilerine
düşmanlık besliyorsa, bilsin ki Allah da hakikati inkar eden herkese düşmanlık
beslemektedir.80
99 Gerçekten
Biz sana apaçık mesajlar indirdik ve onların gerçekliğini yoldan çıkmış
olanlardan başkası inkar etmez.
100 Ne
zaman [Allah'a] söz verdilerse bazıları sözlerini (çiğneyip) bir kenara atmadı
mı? Gerçek şu ki, aslında onların çoğu inanmıyor.
101 Ve
[şimdi bile], ne zaman Allah'tan onlara halen sahip oldukları hakikati tasdik
eden bir elçi gelse, kendilerini önceki çağlarda vahyedilen kelâma bağlı
sayanlardan bazısı, [o'nun dediklerinin] farkında değilmiş gibi ilahî kelâma
arkalarını dönerler,81
102 ve
[onun yerine] Süleyman'ın hükümdarlığı sırasında şeytanca niyetler taşıyan
kimselerin telkin edegeldiklerine uyarlar. Hakikati inkar eden Süleyman
değildi, ama o şeytanca niyetler taşıyan kişiler halka sihir öğreterek hakikati
inkar ettiler;82 -ve onlar, Babil'deki iki melek Hârût ve Mârût
vasıtasıyla ihdas edilene [uyarlar]- gerçi bu ikili, öncelikle, “Biz sadece
ayartıcılarız: sakın [Allah'ın vahyettiği] hakikati inkara yeltenmeyin!”
şeklinde uyarıda bulunmadan83 hiç
kimseye onu öğretmediler. Ve onlar, bu ikiliden, karı koca arasında nasıl
huzursuzluk çıkarılacağını öğreniyorlardı; ancak Allah'ın izni olmadan onunla
hiç kimseye zarar veremedikleri gibi sadece kendilerine zarar veren ve hiçbir
faydası olmayan bir bilgi ediniyorlardı; oysa onlar, bu [bilgiyi] edinenin
ahiret hayatının güzelliğinden nasipsiz kalacağını iyi biliyorlardı.84 Doğrusu, karşılığında ruhlarını elden
çıkardıkları o [sanat] ne kötüdür, keşke bunu bilselerdi!
103 Eğer
inansalar ve O'na karşı sorumluluklarının bilincinde olsalardı, doğrusu, Allah'ın
mükafatı onlara iyilik getirecekti; keşke bunu bilselerdi!
104 SİZ
EY imana ermiş olanlar! [Peygamber'e] “Bizi dinle!” demeyin; onun yerine, “Bize
karşı tahammüllü ol!” demeyi tercih edin. Ve [o'na] kulak verin. Çünkü,
hakikati inkar edenleri şiddetli azap bekliyor.85
105 Ne
önceki vahyin takipçilerinden hakikati inkara yeltenenler, ne de Allah'tan
başka şeylere ilahlık yakıştıranlar, Rabbin tarafından sana indirilen bir hayrı86 görmekten hoşlanırlar; ancak Allah dilediğini
rahmetine ulaştırır; zira Allah, sınırsız lütuf Sahibidir.
106 Biz
yürürlükten kaldırdığımız veya unutturduğumuz herhangi bir mesajı mutlaka daha
iyisi veya benzeri ile değiştiririz.87 Allah'ın
her şeye kâdir olduğunu bilmez misin?
107 Bilmez
misin ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır ve Allah'tan başka sizi
koruyacak ve yardım edecek hiç kimse yoktur?
108 Yoksa,
size gönderilmiş olan Elçi'den, daha önce Musa'dan istenilenleri mi
istiyorsunuz? Ama her kim, hakikate inanmak yerine onu inkar etmeyi tercih
ederse88 doğru yoldan sapmış olur.
109 Kendilerini
önceki vahye bağlı sayanların çoğu, kıskançlıklarından dolayı, sizi, iman
ettikten sonra yeniden hakikati inkara döndürmek isterler; [hatta] hakikat
kendileri için apaçık ortaya çıktıktan sonra bile. Buna karşılık, siz (ey imana
erişenler) Allah'ın iradesini ortaya koyacağı vakte kadar onları hoşgörün ve
dayanın: Unutmayın, Allah her şeye kâdirdir.
110 Namazınızda
dikkatli ve devamlı olun, arındırıcı (malî) yükümlülüğünüzü yerine getirin,
çünkü kendiniz için önceden yaptığınız her iyiliği Allah katında mutlaka
bulacaksınız: Unutmayın, Allah bütün yaptıklarınızı görür.
111 ONLAR:
“Yahudi veya Hristiyan olmadıkça hiç kimse cennete giremez!” diye iddia
ederler.89 Bu onların kuruntusudur! De ki: “Eğer
söylediklerinizde samimi iseniz, iddianızı kanıtlayın!”90
112 Evet,
gerçekten her kim tüm benliğini Allah'a teslim eder91 ve iyilik yapanlardan olursa, Rabbi katında
mükafatını görecektir; ve böyleleri ne korkacak, ne de üzülecekler.92
113 Ayrıca
Yahudiler, “Hristiyanlar geçerli, tutarlı bir inanç temelinden yoksunlar”
iddiasında bulunurken Hristiyanlar da (aynı şekilde,) “Yahudiler, geçerli,
tutarlı bir inanca sahip değiller” diye iddia ederler; ve her iki taraf da (bu
iddialarında) ilahî kelâma atıfta bulunurlar! Hatta bilgiden yoksun bulunanlar,
onların söylediklerini aynen tekrarlayıp dururlar;93 ama anlaşamadıkları şeyler konusunda Kıyamet
Günü aralarında hüküm verecek olan Allah'tır.94
114 Allah'ın
adının O'nun mescidlerinde anılmasına mani olan ve onları tahrip etmek için
çalışan kimseden daha zalim kim olabilir? İşte böylelerinin bu yerlere [Allah]
korkusu dışında bir sâikle girmeye hakları yoktur?95 Onlar için bu dünyada zillet, ahirette ise
korkunç bir azap vardır.
115 Doğu
da Batı da Allah'ındır: Nereye dönerseniz dönün Allah'ın yönü orasıdır.
Unutmayın ki Allah rahmet ve kudretinde sınırsızdır, her şeyi bilendir.
116 Bir
kısım insanlar da, “Allah kendine bir oğul edindi!” iddiasında bulunurlar.
(Asla!) O, yaratılmışlara özgü böyle vasıflardan kesinlikle uzaktır.96 Göklerde ve yerde ne varsa yalnız O'nundur;
her şey bütün varlığıyla O'nun iradesine tâbidir.
117 Göklerin
ve yerin yaratıcısı O'dur: bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der
-ve o (şey hemen) oluverir.
118
[YALNIZ] bilgiden yoksun olanlar: “Allah neden bizimle konuşmaz ve neden bize
[mucizevî] bir işaret göstermez?” derler. Onlardan önce yaşamış olanlar da97 tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi:
kalpleri hep birbirine benziyor. Gerçekte Biz, bütün işaretleri, yürekten
inanıp tasdik etmeye niyetli olanlar için açık ve anlaşılır kıldık.
119 Doğrusu
Biz seni [ey Peygamber,] hakikat ile gönderdik: bir müjdeleyici ve uyarıcı
olarak; yakıcı ateşe mahkum olanlardan sen sorumlu değilsin.
120 Sen
onların inanç sistemine uymadıkça ne Yahudiler ne de Hristiyanlar senden memnun
olmayacaklar. De ki: “Dinleyin! Allah'ın rehberliği tek doğru rehberliktir”.
Ve
doğrusu, sana ilim geldikten sonra onların sapık görüşlerini takip etmeye devam
edersen ne seni Allah'ın elinden alacak bir kimse bulursun, ne de bir yardımcı.
121 Kendilerine
ilahî kelâmı emanet ettiklerimiz [ve] ona gereği gibi uyanlar;98 işte onlardır [gerçekten] iman edenler;
hakikati inkara kalkışanlara gelince, onlar, asıl kaybedenlerdir!
122 EY
İSRAİLOĞULLARI! Size lütfettiğim o nimetleri ve sizin diğer kavimlere üstün
gelmenizi sağladığım günleri hatırlayın;
123 ve
hiçbir insanın diğerine bir yararının olmayacağı, hiç birinden fidye kabul
edilmeyeceği; şefaatin fayda etmeyeceği ve hiç kimseye yardım edilmeyeceği bir
Gün'ü[n gelip çatacağını] aklınızdan çıkarmayın.99
124 Ve
[şunu hatırlayın:] Rabbi, İbrahim'i buyrukları ile sınadığında ve İbrahim de
bunları yerine getirdiğinde100 ona
“Seni insanlara önder yapacağım!” demişti.
İbrahim
de sormuştu: “Benim neslimden de mi [önderler çıkaracaksın]?”
[Allah]
cevap vermişti: “Benim ahdim zalimleri kapsamaz.”101
125 O
ZAMAN Biz Mâbed'i insanların tekrar tekrar yöneleceği bir hedef ve bir kutsal
sığınak yapmıştık:102 Öyleyse İbrahim için
vaktiyle belirlenen yeri ibadet mahalli edinin.103
Nitekim
Biz, İbrahim ve İsmail'e emrettik: “Mâbedimi, onu tavaf edecekler için,104 onun yakınında tefekküre dalacaklar için ve
[namazda] rukû ve secde edecekler için temiz tutun.”
126 Ve
İbrahim “Ey Rabbim!” diye yalvardı, “Burayı emin bir bölge yap ve halkından
Allah'a ve Ahiret Günü'ne iman edenlere bereketli rızıklar bağışla.”
[Allah]:
“Her kim hakikati inkar ederse, onun kısa bir süre zevk içinde yaşamasına izin
veririm -ama sonunda onu ateşin azabına sürerim; ne kötü bir duraktır o!” diye
cevap verdi.
127 İbrahim
ve İsmail Mâbed'in temellerini yükseltirken yalvardılar: “Ey Rabbimiz! Bunu
kabul et; Sensin her şeyi bilen, her şeyi duyan!”
128 “Ey
Rabbimiz, bizi Sana teslim olanlardan kıl ve bizim soyumuzdan105 Sana teslim olacak bir topluluk çıkar, bize
ibadet yollarını göster ve tevbemizi kabul et: şüphesiz yalnız Sensin tevbeleri
kabul eden, rahmet dağıtan!”
129 “Ey
Rabbimiz! Soyumuz içinden106 onlara Senin
mesajlarını iletecek, vahyi ve hikmeti öğretecek ve onları arındırıp tertemiz
kılacak bir elçi çıkar: Çünkü yalnız Sensin kudret ve hikmet sahibi!”
130 Ve
düşünme melekeleri dumura uğramış olanlar dışında kim, bu dünyada gerçekten
yücelttiğimiz ve şüphesiz ahirette de dürüst ve erdemliler arasında yer alacak
olan İbrahim'in inanç sistemini terk etmek ister?
131 Rabbi
o'na “Bana teslim ol!” dediğinde; “[Sana], bütün âlemlerin Rabbine teslim
oldum!” diye cevap verdi.
132 Yakup
gibi İbrahim de çocuklarına şu vasiyette bulundu: “Evlatlarım! Bakın, Allah
size en saf ve temiz inancı bahşetti; öyleyse O'na teslim olmadan ölümün sizi
alt etmesine izin vermeyin.”
133 Evet,
siz, [ey İsrailoğulları,] Yakub'un, son nefesini vermeye yaklaşırken
oğullarına: “Ben gittikten sonra siz kime kulluk edeceksiniz?” diye
seslendiğine şahitsiniz.107
Onlar:
“Senin tanrına, ataların İbrahim, İsmail ve İshâk'ın tanrısına,108 o Tek Tanrı'ya kulluk edecek ve O'na teslim
olacağız!” diye cevap verdiler.
134 Şimdi
o toplumlar geçip gittiler; onların kazandıkları kendilerine yazılacak, sizin
kazandıklarınız ise size; ve siz, onların yaptıklarından ötürü yargılanacak
değilsiniz.109
135 ONLAR:
“Yahudi veya Hristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” derler. De ki: “Hayır,
[bizimki,] bâtıl olan her şeyden yüz çeviren110 ve Allah'tan başkasına ilahlık
yakıştıranlardan olmayan İbrahim'in inanç sistemi(dir).”
136 Deyin
ki: “Biz Allah'a inanırız; ve bize indirilene; ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a,
Yakub'a ve onların soyundan gelenlere111 indirilene; ve Musa'ya, İsa'ya ve Rableri
tarafından [diğer] tüm peygamberlere tevdî edilmiş olana [inanırız]; onların
arasında hiçbir ayrım yapmayız.112 Ve biz
O'na teslim olanlarız.”
137 Eğer
[ötekiler de] sizin inandığınız gibi inanırlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş
olurlar; yüz çevirirlerse de derin bir çıkmaza saplanmış olurlar, ama Allah
seni bundan korumaktadır. Zira yalnız O'dur her şeyi işiten, her şeyi bilen.
138 [De
ki: “Hayatımız] Allah'ın rengi [ile renklenir]! Kim [hayata] Allah'tan daha
güzel renk verebilir, eğer gerçekten O'na kulluk ediyorsak?”
139 [Yahudi
ve Hristiyanlara] de ki: “Allah hakkında bizimle tartışıyor musunuz?113 Nasıl olur? O, bizim gibi sizin de
Rabbinizdir; bizim işimiz bize, sizin işiniz de size aittir; ve biz kendimizi
yalnızca O'na adamışızdır.”
140 “İbrahim'in,
İsmail'in, İshâk'ın, Yakub'un ve onların soyundan gelenlerin ‘Yahudi’ yahut
‘Hristiyan’ olduklarını mı iddia ediyorsunuz?”114 De ki: “Allah'tan iyi mi biliyorsunuz? Allah
tarafından kendisine verilen bir delili örtbas edenden daha zalim kim olabilir?115 Ama Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”
141 “Şimdi
o toplumlar gelip geçtiler; onların kazandıkları onlara yazılacak, sizin
kazandıklarınız ise size. Ve siz onların yaptıklarından ötürü yargılanacak
değilsiniz.”
142 İNSANLAR
arasındaki dar kafalı düşüncesizler, “Şimdiye kadar uydukları kıbleden onları
vazgeçiren nedir?”116 diyecekler.
De ki:
“Doğu da Batı da Allah'ındır; O, dilediğini dosdoğru yola iletir.”117
143 Ve
böylece sizin dengeli ve ölçülü bir toplum118 olmanızı istedik ki [hayatınızla] tüm
insanlığın huzurunda hakikatin şahitleri olasınız ve Elçi de sizin huzurunuzda
ona şahitlik yapsın.119
Ve Elçi'ye
uyanlar ile ökçeleri üzerinde gerisingeri dönenler arasında açık bir ayrım
yapabilmek amacıyla senin, [ey Peygamber,] daha önce yöneldiğin hedefi [bu
topluluk için] kıble olarak tayin ettik: Şüphesiz bu, Allah'ın doğru yola
ulaştırdığı kişilerden120 başka herkes için zor
bir sınavdı. Allah sizin inancınızı kesinlikle gözardı etmeyecektir; zira,
unutmayın ki Allah insana karşı en şefkatli olandır, rahmet kaynağıdır.
144 Biz,
[ey Peygamber,] senin sık sık yüzünü [bir kılavuz arayışı içinde] göğe çevirdiğini
görüyoruz: ve şimdi seni tam tatmin edecek bir kıbleye döndürüyoruz. Artık
yüzünü Mescid-i Harâm'a çevir; ve siz, hepiniz, nerede olursanız olun, yüzünüzü
[namaz esnasında] o yöne döndürün.
Doğrusu,
daha önce kendilerine vahiy tevdî edilmiş olanlar, bu emrin Rablerinden gelen
bir hakikat olduğunu çok iyi bilirler; ve Allah onların yaptıklarından habersiz
değildir.
145 Ama
daha önce kendilerine vahiy tevdî edilmiş olanların önüne bütün delilleri121 koymuş olsaydın bile senin kıblene
yönelmezlerdi; ne sen onların kıblelerine yönelirsin, ne de onlar birbirlerinin
kıblelerine yönelirler. Ve eğer sana ilim geldikten sonra onların asılsız
görüşlerine uysaydın muhakkak ki zalimlerden olurdun.
146 Daha
önce kendilerine vahiy verdiklerimiz, onu kendi çocuklarını tanıdıkları gibi
tanırlar: Ancak bilin ki, onların bazısı hakikati bile bile örtbas eder;
147 Rablerinden
gelen hakikati!122
O
halde sen, şüphe edenlerden olma:
148 Çünkü
her topluluk, merkezinde O'nun, [Allah'ın] bulunduğu kendisine ait bir
istikamete yönelir.123 Öyleyse, iyi ve güzel
işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi kendi katında
toplayacaktır: çünkü, Allah her şeye kâdirdir.
149 Böylece,
nereden gelirseniz gelin, [namazda] yüzünüzü Mescid-i Harâm'a doğru çevirin.
Bilin ki bu [emir] Rabbinizden gelen bir hakikattir; ve Allah, yaptıklarınızdan
habersiz değildir.
150 O
halde, nereden gelirseniz gelin, [namazda] yüzünüzü Mescid-i Harâm'a çevirin ve
nerede olursanız olun yüzünüzü ona çevirin ki, zulüm yapmaya şartlanmış olmadıkça124 insanların size karşı hiçbir bahaneleri
kalmasın. Onlardan korkmayın, Ben'den korkun. [Bana itaat edin] ki size olan
nimetimi tamamlayayım ve böylece siz de doğru yolu bulabilesiniz.
151 Nitekim
size, mesajlarımı iletmesi, sizi arındırması, vahiy ve hikmeti bildirmesi ve
bilmediklerinizi öğretmesi için içinizden bir elçi gönderdik:
152 Öyleyse
Beni anın ki Ben de sizi anayım; Bana şükredin ve Beni inkar etmeyin.
153 SİZ
EY imana ermiş olanlar! Sarsılmaz bir sabır ve namaz ile yardım arayın: zira,
unutmayın, Allah zorluklara karşı sabredenlerle birliktedir.
154 Allah
yolunda öldürülenlere “ölü” demeyin: Hayır, onlar yaşıyor, ama siz farkında
değilsiniz.
155 Muhakkak
ki ölüm tehlikesiyle ve açlıkla, dünya malının, canın ve [alınteri] ürünlerinin
kaybı ile125 sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı
sabredenlere iyi haberler müjdele;
156 ki,
onların başına bir musibet gelince, “Doğrusu biz Allah'a aitiz ve muhakkak O'na
döneceğiz!” derler.
157 İşte
Rablerinin nimetleri ve lütfu onlar içindir ve doğru yol üzerinde olanlar işte
onlardır!
158 [O
halde,] unutmayın, Safâ ve Merve, Allah tarafından konulmuş sembollerdendir;126 böylece, hac veya umre için Mâbede gelen
birinin bu ikisi arasında gidip gelmesinde bir mahzur yoktur:127 Zira, eğer kişi, yapması gerekenden daha çok
iyilik yaparsa bilsin ki Allah, şükre bol karşılık verendir, her şeyi bilendir.128
159 BAKIN,
katımızdan indirdiğimiz hakikatin ve rehberliğin delilini ilahî kelâm
aracılığıyla insanlığın önüne koyduktan sonra onu gizleyip örtbas edenlere
gelince: işte onlardır Allah'ın lânet edeceği ve onlardır yargılama yeteneğine
sahip herkesin de lânet yağdıracağı.129
160 Ancak,
tevbe edenler, kendilerini düzeltenler ve (tebliğ edilen) hakikati duyuranlar
bunun dışındadır: Onların tevbesini kabul edeceğim; zira yalnız Benim tevbeleri
kabul eden, rahmet dağıtan.
161 Hakikati
inkara şartlanmış olanlara ve hakikat inkarcıları olarak ölenlere gelince:
onların cezası, Allah'ın, meleklerin ve tüm [dürüst ve erdemli] insanların
lânetine uğramalarıdır.
162 Onlar
bu halde kalacaklar; [ve] ne azapları hafifletilecek, ne de soluk almalarına
imkan verilecek.
163 VE
SİZİN TANRINIZ, Tek Tanrı'dır; O'ndan başka tanrı yoktur; Rahmândır, Rahîmdir.
164 Kuşkusuz,
göklerin ve yerin yaratılışında; gece ile gündüzün birbirini takip edişinde;
insanlara faydalı yüklerle denizlerde seyreden gemilerde; Allah'ın gökten
indirerek o-nunla ölü toprağa can verdiği ve her çeşit canlının çoğalmasını
sağladığı yağmurlarda; rüzgarların değişmesinde ve gökle yer arasında kendileri
için tayin edilmiş belirli güzergahlarda akan bulutlarda: [bütün bunlarda]
düşünüp akıllarını kullananlar için mesajlar vardır.130
165 Ama
hâlâ Allah'a rakip gördükleri varlıklara inanmayı tercih eden131 ve onları [yalnızca] Allah'a özgü [olması
gereken] bir sevgi ile seven insanlar var: halbuki imana ermiş olanlar, Allah'ı
başka her şeyden daha çok severler.
Zulüm
yapmaya şartlanmış olanlar, [Kıyamet Günü] azaba uğratıldıkları zaman
görecekleri gibi,132 bütün kudretin yalnızca Allah'a ait olduğunu
ve Allah'ın cezalandırmada ne çetin olduğunu da keşke görselerdi!
166 [O
Gün, haksız yere] kutsananlar,133 kendilerine tâbi olanları tanımazlıktan
gelecekler ve onlara tâbi olanlar, bütün ümitleri134 paramparça olmuş bir şekilde [kendilerini
bekleyen] azabı çekeceklerdir!
167 Ve
sonra o tâbi olanlar, “[Hayatta] ikinci bir fırsat yakalasaydık da135 onların bizi tanımazlıktan geldiği gibi biz de
onları görmezden gelip reddetseydik!” diyecekler.
Böylece,
Allah yapıp-ettiklerini onlara acı bir pişmanlık [duygusu] tattırarak gösterecektir;
ve onlar ateşten çıkarılmayacaklardır.136
168 EY
İNSANLAR! Yeryüzünde meşru ve iyi ne varsa ondan nasibinizi alın ve Şeytan'ın
izinden gitmeyin: zira o sizin apaçık düşmanınızdır,
169 sizi
yalnız kötülük işlemeye, iğrenç ve çirkin işler yapmaya ve hakkında bilgi
sahibi olmadığınız şeyleri Allah'a isnad etmeye çağırır.137
170 Ama
onlara, “Allah'ın indirdiğine uyun!” denildiğinde bazıları: “Hayır, biz
[yalnız] atalarımızdan gördüğümüz [inanç ve eylemler]e uyarız!” diye cevap
verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasib almamış
iseler?
171 Böylece,
hakikati inkara şartlanmış olanların durumu, çobanın haykırışını işiten ama onu
yalnız bir ses ve çağrı şeklinde algılayan sürünün durumuna benzer.138 Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler:
zira akıllarını kullanmazlar.
172 Ey
imana ermiş olanlar! Size rızık olarak sağladığımız iyi şeylerden nasiplenin ve
Allah'a şükredin, eğer gerçekten O'na kulluk ediyorsanız.
173 O,
size yalnız leşi, kanı, domuz etini ve üzerinde Allah'ın adından başka bir adın
anıldığı şeyi139 yasakladı. Ama kim onlara mecbur kalırsa -bir
arzu ve iştah duymamak ve zaruri ihtiyacının üstüne çıkmamak şartıyla- günaha
girmiş olmaz: çünkü, unutmayın, Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.
174 ALLAH'IN
indirdiği vahiyden140 bazı kısımları
gizleyenler ve bunu az bir kazanç karşılığı değiştirenlere gelince: onlar
karınlarını ateşle doldururlar. Ve Kıyamet Günü Allah onlarla ne konuşacak, ne
de [günahlarından] onları arındıracaktır; şiddetli azap onları beklemektedir.
175 İşte
onlar hidayet karşılığında sapıklığı ve mağfiret karşılığında azabı satın
almışlardır: oysa ateşten ne kadar az korkar görünüyorlar!
176 İşte
böyle: ilahî kelâmı, hakikati sergilemek için indiren141 Allah olduğundan, ona karşı kendi görüşlerini
dayatanlar142 derin bir açmazdadırlar.
177 Gerçek
erdemlilik, yüzünüzü doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir;143 ama gerçek erdem sahibi, Allah'a, Ahiret
Günü'ne, meleklere, vahye144 ve Peygamberlere
inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabasına,
yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara,145 (yardım) isteyenlere ve insanları kölelikten
kurtarmaya146 harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan
ve arındırıcı [malî] yükümlülüğünü ifa eden kişidir; ve [gerçek erdem sahipleri]
söz verdiklerinde sözlerini tutan, felaket, zorluk ve sıkıntı anlarında
sabredenlerdir: İşte onlardır sadakatlerini gösterenler ve işte onlardır
Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar.
178 SİZ
EY imana ermiş olanlar! Öldürme [olayların]da adil karşılık (kısas) size farz
kılındı: Hür için hür, köle için köle ve kadın için kadın.147 Ve eğer kardeşi tarafından suçlu kimse[nin
suçunun bir bölümü] bağışlanmışsa,148 bu
[bağış] uygun şekilde tatbik edilmeli ve kardeşine tazminatı güzellikle ödenmelidir.149
Bu,
Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Buna rağmen150 hak ve adalet sınırlarını bilerek ve isteyerek
ihlal eden için şiddetli bir azap vardır:
179 Çünkü,
ey derin kavrayış sahipleri, adil karşılık [kuralın]da sizin için hayat vardır,
böylece belki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursunuz.151
180 HERHANGİ
birinize ölüm yaklaştığında, eğer arkasında yeterli bir servet bırakıyorsa,
ebeveynine ve [diğer] yakın akrabalarına uygun şekilde vasiyette bulunmak size
farz kılındı:152 Bu, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar
için bir yükümlülüktür.
181 Ve
kim, öğrendikten sonra böyle bir hükmü değiştirirse, böyle davranmanın günahı,
yalnızca onu değiştirenedir.153 Doğrusu
Allah, her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
182 Ama
her kim, vasiyet edenin bir hata yaptığından veya [bilerek] bir kusur
işlediğinden endişe eder ve bunun üzerine mirasçılar arasında bir uzlaşma154 sağlarsa [bu nedenle] kendisine bir günah
terettüb etmez. Doğrusu Allah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.
183 SİZ
EY imana ermiş olanlar! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de
farz kılındı, ki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız:
184 Sayılı
günlerde [oruç].155 Ancak sizden kim, hasta veya seyahatte olursa
diğer zamanlarda [aynı gün sayısı kadar oruç tutmalıdır]; ve [bu gibi hallerde]
gücü yetenlere bir muhtacı doyurarak fidye vermek, bir yükümlülüktür.156
Her
kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa157 kendisine iyilik yapmış olur; zira oruç tutmak
kendinize iyilik yapmaktır -keşke bunu bilseydiniz.
185 Kur’an,
insanoğluna bir rehber, bu rehberliğin apaçık bir delili ve doğruyu yanlıştan
ayırd edici bir ölçü olarak [ilk defa] bu Ramazan Ayında indirilmiştir. Bundan
dolayı, sizden kim bu aya erişirse158 onu
baştan başa tutsun. Ancak hasta veya seyahatte olan, başka günlerde [aynı
sayıda oruç tutsun]. Allah sizin için kolaylık diler, zorluk çekmenizi istemez;
ama [belirlenen günlerin] sayısını tamamlamanızı ve size doğru yolu
gösterdiğinden dolayı Allah'ı yüceltmenizi ve [O'na] şükretmenizi [ister].
186 EĞER kullarım sana Benim hakkımda sorular
sorarlarsa -(bilsinler ki) Ben çok yakınım; dua edenin yakarışına her zaman
karşılık veririm: Öyleyse onlar da Bana karşılık versinler ve Bana inansınlar
ki doğru yolu bulabilsinler.
187 [GÜNDÜZ] tutulan oruçtan sonraki gece boyunca
kadınlarınıza yaklaşmanız helaldir: onlar sizin için bir elbise gibidirler ve
siz de onlar için bir elbise gibisiniz. Allah bu konuda kendinizi sıkıntıya
sokacağınızı159 bilir; bu yüzden O size mağfireti ile yönelmiş
ve bu zorluğu üzerinizden kaldırmıştır. Şimdi öyleyse onlara yaklaşabilir ve
Allah'ın sizin için uygun gördüğünden yararlanabilirsiniz160 ve gecenin karanlığından tanyerinin aydınlığı
fark edilinceye kadar161 yiyip içebilirsiniz.
Sonra gece çökünceye kadar oruca devam edersiniz. Ama mescidlerde itikafta iken
kadınlara yaklaşmayın.162
Bunlar
Allah'ın koyduğu sınırlardır: O halde bu sınırları ihlal etmeyin; [İşte]
böylece Allah mesajlarını insanlara açıklıyor ki O'na karşı sorumluluklarının
bilincinde olabilsinler.
188 BİRBİRİNİZİN
mallarını haksız şekilde yiyip tüketmeyin ve başkalarına ait meşru mallardan
hiçbirini163 bilerek haksızlıkla tüketmek için hukukî
hilelere başvurmayın.164
189 SANA
ayın evrelerini soruyorlar. De ki: “Onlar, haccın ve insanların [öteki
faaliyetlerinin] vaktini gösterir.”165
Öte
yandan erdemlilik, [zannedildiği gibi] evlere arkalarından girmeniz değildir;
ama gerçek erdem sahibi, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyandır.166 O halde evlere kapılarından girin ve Allah'a
karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki gerçek mutluluğa erişebilesiniz.
190 SİZE
savaş açanlara karşı Allah yolunda savaşın, ama (amacınızı aşıp) saldırganlık
yapmayın; doğrusu Allah saldırganları sevmez.167
191 Onları
karşılaştığınız her yerde öldürün ve sizi sürdükleri yerden siz de onları
sürün; zaten zulüm ve baskı, öldürmekten daha kötüdür.168 Onlar size savaş açmadıkça Mescid-i Harâm
civarında onlarla savaşmayın;169 ama eğer
sizinle savaşırlarsa onları öldürün; hakikati inkar edenlerin cezası böyle verilecektir.
192 Ancak
vazgeçerlerse (siz de bırakın,) unutmayın ki Allah çok affedicidir, rahmet
kaynağıdır.
193 O
halde, artık zulüm ve baskı kalmayıncaya ve yalnızca Allah'a kulluk edilinceye
kadar170 onlarla savaşın; ancak vazgeçerlerse,
[bilinçli olarak] zulüm işleyenlerin dışındakilere karşı tüm düşmanlıklar sona
erecektir.
194 Saldırmazlık
örfünün geçerli olduğu aylarda size saldıranlara siz de karşılık verin:171 zira saldırmazlık örfünün ihlali, adil
karşılık [yasasın]a tâbidir. Böylece, eğer bir kimse size saldırıda bulunursa
siz de onun saldırdığı gibi saldırın; ancak Allah'a karşı sorumluluğunuzun
bilincinde olun ve Allah'ın, kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyanların
yanında olduğunu bilin.172
195 Ve
Allah yolunda [sınırsızca] harcayın, kendi elinizle kendinizi mahvetmeyin173 ve iyilik yapmaya azimle devam edin: unutmayın
ki Allah iyilik yapanları sever.
196 HACCI
ve Umreyi174 Allah için ifa edin; fakat yapmaktan
alıkonursanız gücünüzün yeteceği bir kurban kesin ve kurban kesilinceye kadar175 başlarınızı traş etmeyin; ama içinizden hasta
olan yahut başında rahatsızlık olan kimse, oruç tutarak veya sadaka vererek
veya [başka türlü] bir ibadet ile (vaktinden önce tıraş olma) özrünü
karşılayacak bir şey yapmalıdır. Sağlıklı ve emniyette olduğunuzda,176 hac [vaktin]den önce umre yapan, gücünün
elverdiği türden bir kurban kessin;177 ama
kurbana gücü yetmeyen, hac sırasında üç gün ve döndükten sonra yedi gün, yani
tam on [gün] oruç tutsun. Bütün bunlar, Mescid-i Harâm civarında yaşamayanlar178 içindir.
Allah'a
karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki Allah karşılık vermede
şiddetlidir.179
197 Hac,
belli aylarda180 ifa edilecektir. Her kim o [aylar]da haccı ifa
ederse, hac sırasında çirkin konuşmalardan, tüm yakışıksız davranışlardan ve
kavgadan kaçınmalıdır. Her ne iyilik yaparsanız Allah onun farkındadır.
Ve
kendiniz için hazırlıkta bulunun -a-ma şüphesiz, tüm hazırlıkların en güzeli,
Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olmaktır. Öyleyse Bana karşı
sorumluluğunuzun bilincinde olun, siz ey derin kavrayış sahipleri!
198 [Bununla
beraber], Rabbinizden [hac esnasında] bir lütuf elde etmek için çalışırsanız181 günah işlemiş olmazsınız.
Arafat'tan182 kalabalıklar halinde dalga dalga indiğinizde
kutsal mahalde Allah'ı anın; ve O'nu, yolunuzu gerçekten kaybetmişken size
doğru yolu gösteren bir ilah olarak anın;183
199 Ve
dalga dalga ilerleyen öteki kalabalıklarla birlikte siz de ilerleyin184 ve Allah'tan günahlarınıza mağfiret dileyin:
Doğrusu Allah, çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.
200 İbadetlerinizi
bitirdiğinizde, atalarınızı hatırladığınız gibi, hatta daha güçlü bir
hatırlayışla Allah'ı hatırla[maya devam ed]in!185 Çünkü öyle insanlar var ki, (sadece), “Ey
Rabbimiz! Bize bu dünyada ver.” diye dua ederler -böyleleri, ahiretin
nimetlerinden nasib almayacaklardır.
201 Ama
içlerinde öyleleri de var ki: “Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver,
ahirette de ve bizi ateşin azabından koru!” diye dua ederler:
202 İşte
bunlar, kazandıklarına karşılık [mutluluktan] nasip alacak olanlardır. Ve Allah
hesabı çok çabuk görendir.
203 Ve
Allah'ı tayin edilmiş belli günlerde186 hatırlayın; her kim iki gün içinde acele
ederse günaha girmez, kim daha uzun kalırsa o da Allah'a karşı sorumluluğunun
bilincinde oldukça günaha girmemiş olur. O halde Allah'a karşı sorumluluğunuzun
bilincinde olun ve sonunda O'nun huzurunda toplanacağınızı bilin.
204 İNSANLARDAN
öylesi var ki,187 bu dünya hayatı hakkındaki görüşleri senin
hoşuna gider; (dahası), kalbindekilere Allah'ı şahit tutar, üstelik tartışmada
son derece ustadır.188
205 Ancak
hakimiyeti eline alır almaz yeryüzünde fesat çıkarmaya, [insanın] ürünü[nü] ve
nesli[ni] yok etmeye çalışır:189 Allah
fesadı sevmez.
206 Kendisine
ne zaman “Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol!” dense, yersiz gururu onu
günaha sevk eder: böylelerinin payına cehennem düşecektir; ne kötü bir
konaklama yeridir orası!
207 Ama
insanlar arasında öylesi de var ki Allah'ın rızasını kazanmak için kendisini
feda eder:190 Allah ise, kullarına karşı daima şefkatlidir.
208 Ey
imana ermiş olanlar! Allah'a kendinizi tam olarak teslim edin191 ve şeytanın ardından gitmeyin, zira o sizin
apaçık düşmanınızdır.
209 Ve
eğer hakikatin bütün delilleri size geldikten sonra tökezlerseniz, bilin ki,
Allah kudret ve hikmet sahibidir.
210 Bu
insanlar,192 Allah'ın, Kendisini bulutların gölgeleri
arasından meleklerle birlikte onlara göstermesini mi bekliyorlar? Ama [o zaman]
her şeye karar verilmiş ve her şey Allah'a döndürülmüş olurdu.193
211 İsrailoğulları'na
sor: Onlara nice açık mesajlar verdik! Kim Allah'ın kutlu mesajlarını194 kendisine ulaştıktan sonra değiştirirse bilsin
ki Allah karşılık vermede şiddetlidir!
212 Hakikati
inkara şartlanmış olanlara [yalnız] bu dünya hayatı güzel görünür.195 Bu nedenle, imana ermişlerle alay ederler; ama
Kıyamet Günü Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyanlar onlardan daha üstün (bir
konumda) olacaklardır.
Ve
Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.196
213 BÜTÜN
İNSANLIK bir zamanlar bir tek topluluktu; [sonra ihtilafa düşmeye başladılar],
bunun üzerine Allah, müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi ve onlar
aracılığıyla hakikati ortaya seren vahiy(ler) bahşetti ki bununla insanların
farklı görüşler edinmeye başladıkları her konuda karar verilebilsin.197 Buna rağmen, kendilerine hakikatin bütün
kanıtları geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı onun anlamı
hakkında ihtilafa düşenler bizzat bu [vahy]in tevdî edildiği aynı insanlardı.
Ancak Allah, inananları, kendi iradesiyle, üzerinde ihtilafa düştükleri
hakikate sevk etti; çünkü Allah, [ulaşmak] isteyeni doğru yola ulaştırır.198
214 [Ama,]
sizden önce gelip geçen [mümin]ler gibi sıkıntı çekmeden cennete
girebileceğinizi mi sanıyorsunuz?199 Onların
başına öyle ezici sıkıntılar ve kımıldatmaz darlıklar geldi ki ve öylesine
sarsıldılar ki müminlerle birlikte Elçi de “Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?”
diye feryad ediyordu.200
Gözünüzü
açın, Allah'ın yardımı [daima] yakındır!
215 BAŞKALARI
için ne harcayacaklarını sana soruyorlar. De ki: “İyilik/hayır umarak
yapacağınız harcama, [önce] ebeveyninize, yakın akrabanıza, yetime, muhtaca ve
yolcuya aittir; her ne iyilik yaparsanız mutlaka Allah onu çok iyi bilir.”
216 HOŞUNUZA
gitmese de savaşmak size farz kılındı; mümkündür ki nefret ettiğiniz bir şey
sizin için iyi olabilir ve yine mümkündür ki hoşlandığınız bir şey de sizin
için kötü olabilir: Allah bilir, ama siz bilmezsiniz.201
217 Sana
saldırmazlık örfünün geçerli olduğu ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar.202 De ki: “O ayda savaşmak çirkin bir şeydir;
ancak insanları Allah yolundan çevirmek, O'nu inkar etmek ve Mescid-i Harâm[a
girmekten onları menetmek] ve halkını oradan sürmek, [bütün bunlar] Allah
katında daha da kötüdür, çünkü zulüm ve baskı öldürmekten daha korkunçtur.”
[Düşmanlarınız,]
güçleri yetse, inancınızdan döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan
vazgeçmeyeceklerdir. Ama sizden biri imanından döner ve hakikati inkar eden
biri olarak ölürse, böyle birinin yapıp-ettikleri bu dünyada da öteki dünyada
da boşa gidecektir; işte böyleleri içinde yaşayıp kalacakları ateşe mahkum
kimselerdir.
218 Şüphe
yok ki, imana ermiş olanlar, zulüm ve kötülük diyarından uzaklaşanlar203 ve Allah yolunda üstün gayret gösterenler,
işte (ancak) onlar Allah'ın rahmetini umabilirler: Allah çok affedicidir,
rahmet kaynağıdır.
219 SANA,
sarhoşluk veren şeyler ve şans oyunları hakkında sorarlar. De ki: “Onların her
ikisinde de hem büyük bir kötülük204 hem de
insanlar için bazı yararlar vardır; ancak yol açtıkları kötülük, sağladıkları
yarardan daha büyüktür.”205
[Allah
yolunda] neyi harcayacaklarını sana sorarlar. De ki: “O'nun için ayırabileceğiniz
her şeyi.”
Böylece
Allah mesajlarını size açıklıyor ki tefekkür edebilesiniz:
220 bu
dünya ve ahiret hakkında.
Yetimler[e
nasıl davranılacağı] hakkında sana sorarlar. De ki: “Onların durumlarını
düzeltmek en hayırlı olanıdır.” Ve onların hayatlarını paylaşırsanız [unutmayın
ki] onlar sizin kardeşlerinizdir.206 Zira
Allah, bozgunculuk yapanları, düzeltmeye çalışanlardan ayırd etmesini bilir. Ve
Allah dileseydi, taşıyamayacağınız yükleri omuzlarınıza yüklerdi:207 [Ama] unutmayın ki Allah kudret sahibidir,
hikmet sahibidir!
221 VE
ALLAH'TAN başkasına ilahlık yakıştıran kadınlarla onlar [sahih] inanca
ulaşıncaya kadar evlenmeyin: çünkü [Allah'a] bağlanmış mümin bir kadın,208 Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran
kadından -bu sizin hoşunuza gitse de- kesinlikle daha hayırlıdır. Ve Allah'tan
başkasına ilahlık yakıştıran erkekler ile onlar [sahih] inanca ulaşıncaya kadar
kadınlarınızı nikahlamayın; zira [Allah'a] bağlanmış bir mümin erkek, Allah'tan
başkasına ilahlık yakıştıran erkekten -bu sizi hoşnut etse bile- kesinlikle
daha hayırlıdır. [Böyleleri] sizi ateşe davet ederken Allah sizi cennete ve
O'nun izniyle mağfiret[e nail olma]ya davet eder; ve Allah mesajını insanlığa
açıklar ki ondan ders alabilsinler.
222 SANA
[kadınların] ay halleri hakkında soruyorlar. De ki: “O bir zayıflık halidir. Bu
yüzden, ay hali sırasında kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar
kendilerine yaklaşmayın; temizlendiklerinde ise Allah'ın emrettiği şekilde
onlara yaklaşın.”209
Doğrusu,
Allah pişmanlıkla kendisine yönelenleri210 ve özlerini temiz tutanları sever.
223 Kadınlarınız
sizin tarlanızdır; tarlanıza dilediğiniz şekilde girin, ama önce kendi
ruhlarınız için bir hazırlık yapın.211 Allah'a
karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki O'na mutlaka kavuşacaksınız.
Ve sen de (ey peygamber,) imana erişenleri müjdele.
224 ALLAH
adına yaptığınız yeminler, erdemliliğe, Allah'a karşı sorumluluk bilincine ve
insanlar arasında barışın geliştirilmesine engel teşkil etmesin.212 Zira Allah, her şeyi duyan, her şeyi bilendir.
225 Allah,
düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama
kalplerinizin [ihtirasla] arzuladıklarından sorumlu tutacaktır: Allah, çok
affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir.
226 Eşlerine
yaklaşmayacaklarına dair yemin edenler için dört ay bekleme süresi vardır;
şayet [yeminlerinden] dönerlerse,213 unutmayın ki Al-
lah çok affedicidir, rahmet kaynağıdır.
227 Ama
eğer ayrılmaya kararlı iseler, unutmayın ki Allah her şeyi işitendir, her şeyi
bilendir.
228 Boşanmış
kadınlar, evlenmeksizin214 üç ay hali boyunca
bekleyeceklerdir: Çünkü eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorlarsa, Allah'ın
rahimlerinde yarattıklarını gizlemeleri meşru değildir.215 Ve bu süre zarfında barışmak isterlerse,
kocalarının onları kabul etmeye öncelikle hakları vardır; ama adalet ölçülerine
göre, kadınların [kocaları üzerindeki] hakları, [kocaların] onlar üzerindeki
haklarına eşittir, ancak erkekler [bu konuda] onlar üzerinde öncelik
sahibidirler.216 Ve Allah kudret ve hikmet sahibidir.
229 Bir
boşama iki defa [geri alınabilir], ki bu durumda evlilik ya iyilikle devam eder
veya güzel bir şekilde sona erdirilir.217
Ve
kadınlarınıza verdiklerinizden herhangi bir şeyi geri almanız, her iki
[taraf]ın da Allah'ın koyduğu sınırları koruyamamaktan korkmaları hali dışında,
sizin için helal değildir: O halde, ikisinin de Allah'ın koyduğu sınırları
koruyamayacaklarından korkuyorsanız, kadının serbestliğe kavuşması için
[kocasına] bazı şeyler bırakmasında her iki taraf için de bir günah yoktur.218
Bunlar
Allah'ın koyduğu sınırlardır; onları ihlal etmeyiniz: Zira kim Allah'ın koyduğu
sınırları ihlal ederse, işte onlar zalimlerdir!
230 Ve
erkek, [sonunda] kadını boşarsa, bu kadın, başka bir erkekle evlenmedikçe bir
daha kendisine helal olmaz; eğer sonraki erkek de onu boşarsa -her ikisinin de
Allah'ın koyduğu sınırları koruyabileceklerini düşünmeleri şartıyla-
birbirlerine dönmelerinde ikisi için de bir günah yoktur: Bunlar, anlama ve
kavrama yeteneğine sahip olanlara Allah'ın açıkladığı sınırlardır.
231 Böylece,
kadınlarınızı boşadığınızda ve onlar bekleme sürelerinin sonuna yaklaşmak üzere
iken onları ya güzellikle alıkoyun ya da güzel bir şekilde bırakın. Ama,
arzuları hilafına, eziyet etmek için alıkoymayın: Çünkü, böyle bir davranışta
bulunan, (yalnızca) kendisine haksızlık etmiş olur.
Ve
Allah'ın [bu] mesajlarını önemsemezlik yapmayın; Allah'ın size lütfettiği
nimetleri ve size öğüt için indirdiği vahyi ve hikmeti hatırlayın; Allah'a
karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, ve bilin ki Allah her şeyin aslını
bilir.
232 Kadınları
boşadıktan sonra, bekleme sürelerinin sonuna gelmişlerse, aralarında uygun bir
şekilde anlaştıkları takdirde başka erkeklerle evlenmelerine engel olmayın. Bu,
Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan her biriniz için bir uyarıdır; bu, sizin için
en erdemli ve en temiz [yol]dur. Allah her şeyi aslıyla bilir, ama siz
bilemezsiniz.
233 Ve
[boşanmış] anneler, eğer emzirme müddetini tamamlamak istiyorlarsa, çocuklarına
iki tam yıl bakabilirler; onların yeme-içme ve giyimlerini uygun bir şekilde
temin etmek, çocuğun babasına düşer. Hiç kimse, taşıyabileceğinden daha
fazlasıyla yükümlü tutulamaz: Ne anneye çocuğundan dolayı eziyet çektirilsin,
ne de çocuğundan dolayı babasına. Ve [babanın] mirasçısına da aynı görev düşer.
Ve
eğer [anne-baba], her ikisi, [anne ile çocuğun] ayrılmasına karşılıklı rıza ve
danışma ile karar verirlerse,219 [bundan
dolayı] onlara bir günah yoktur; ve eğer çocuğunuzu süt annelere emanet etmeye
karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde
sağlamanız şartıyla220 size bir günah
yüklenmez. Ama, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki
Allah tüm yaptıklarınızı görür.
234 İçinizden
biri ölür ve ardında kadınlar bırakırsa, yeniden evlenmeleri için221 dört ay on günlük bir bekleme süresi geçirmeleri
gerekir; bekleme süresinin sonuna vardıklarında kendileri ile ilgili olarak
meşru şekilde ne yaparlarsa yapsınlar bir günah yoktur.222 Ve Allah tüm yaptıklarınızdan haberdardır.
235 Ancak
bu kadınlar[dan herhangi birin]e evlenme niyetinizi hissettirmenizde veya açığa
vurmadan böyle bir niyet taşımanızda sizin için bir günah yoktur: [Çünkü]
Allah, onlara evlenme teklifinde bulunma niyetinizi bilir.223 Ama yine de, onlara karşı duygularınızı
gizlilik içinde bildirmek yerine onlarla en uygun ve makul şekilde konuşun; ve
emredilen [bekleme süresi] sona ermeden önce evlilik bağını kurmaya
kalkışmayın. Unutmayın ki Allah aklınızdan geçenleri bilir. Bu nedenle O'na
karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; ve bilin ki Allah çok affedicidir, çok
tahammül (hilm) sahibidir.
236 Henüz
dokunmadığınız veya mehir tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda bir günah
yoktur;224 ancak [böyle bir durumda bile] onlar için
gerekli tedarikleri yapın; imkanları çok olan kendi gücüne, dar olan da [yine]
kendi gücüne göre adil şekilde bir tedarikte bulunsun: bu, güzel davranan
herkesin225 üzerinde bir yükümlülüktür.
237 Ve
eğer dokunmadan önce, ama mehrini kararlaştırdıktan sonra onları boşarsanız, o
zaman, kararlaştırdığınızın yarısı[nı verin], ancak onların taleplerinden
vazgeçmeleri veya nikah bağını elinde tutanın226 [mehrin yarısı ile ilgili] talebinden
vazgeçmesi hali müstesna: Size düşenden vazgeçmeniz, Allah'a karşı sorumluluk
bilincine daha uygundur. Ve birbirinize karşı lütufkar davranma[nız
gerektiği]ni unutmayın: Doğrusu Allah bütün yaptıklarınızı görür.
238 NAMAZLARINIZA
ve namazı en uygun şekilde ifa etmeye227 dikkat
edin; ve Allah'ın huzurunda içten bir bağlılıkla durun.
239 Ama
eğer tehlikede iseniz, yürürken ve binek [üzerin]de [namazınızı ifa edin];228 tekrar güvenliğe kavuşunca Allah'ı anın, çünkü
daha önce bilmediklerinizi size öğreten O'dur.
240 EĞER
içinizden biri ölür ve arkasında kadınlar bırakırsa, dul eşlerine, [ölmüş
kocalarının evini] terk etmeksizin bir yıllık geçimlerini vasiyet etsinler.229 Ama eğer [kendi arzularıyla] ayrılırlarsa
kendileri hakkındaki meşru tasarruflarından dolayı onlara bir günah yoktur.230 Ve Allah kudret ve hikmet sahibidir.
241 Ve
boşanmış kadınlar da güzel bir şekilde geçimlerini sağlama [hakkına] sahip
olacaklardır:231 Bu, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyan
herkes için bir görevdir.
242 Aklınızı
kullan[mayı öğren]meniz için Allah size mesajlarını böyle a-çıklıyor.
243 SEN,
ÖLÜM korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce kişiyi görmedin mi? Ki bu durumda
Allah onlara “Ölün!” diye seslenmiş ve sonra da onları hayata geri döndürmüştü.232
Unutmayın
ki Allah, insanoğluna karşı lütfunda sınırsızdır, ancak insanların çoğu
nankördür.
244 Öyleyse
Allah yolunda233 savaşın ve bilin ki Allah her şeyi işiten, her
şeyi bilendir.
245 Allah'ın
kat kat fazlasıyla geriye ödeyeceği bir güzel borcu O'na verecek olan234 kimdir? Allah alır ve kat kat fazlasıyla geri
verir; ve hepiniz sonunda O'na döndürüleceksiniz.
246 Musa'dan
sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerinin, peygamberlerinden birine:235 “Bize bir kral tayin et ki Allah yolunda
savaşalım!” dediklerini bilmez misin?
O: “Ya
savaşmanız emredilir de savaşmaktan kaçınırsanız?” diye sordu.
Onlar:
“Biz ve çocuklarımız yurtlarımızdan sürülmüşken Allah yolunda neden
savaşmayalım?” diye cevap verdiler.236
Halbuki
savaşmak onlara emredilince, birkaçı dışında, uzak durdular; ama Allah
zalimleri çok iyi biliyordu.
247 Ve
onların peygamberi, toplumunun önde gelenlerine,237 “Bakın,” dedi, “Allah Tâlût'u size kral olarak
tayin etti.”
Onlar:
“Biz hükümranlığa ondan daha çok layık iken ve ona fazla bir servet de
verilmemişken nasıl bizim üzerimizde hüküm sahibi olabilir?” dediler.
[Peygamber]
“Bakın,” dedi, “Allah onu sizden daha üstün kılmış ve ona derin bilgi ve
mükemmel bir beden bahşetmiştir. Ve Allah, hükümranlığı istediğine verir:238 zira Allah her şeyi kuşatan, her şeyi
bilendir.”
248 Ve
Peygamberleri onlara: “Bakın, meşru hükümranlığın bir işareti olarak size
içinde Rabbiniz tarafından bahşedilmiş bir iç huzuru ile Musa'nın ailesi ve
Harun'un ailesinden geriye kalan, meleklerce taşınan mirasın bulunduğu239 bir kalp bağışlanacaktır.240 Eğer [gerçekten] inanıyorsanız, bunda sizin
için bir işaret vardır” dedi.
249 Ve
Tâlût, kuvvetleriyle yola koyulduğunda “Bakın,” dedi, “Allah sizi şimdi bir
nehirle imtihan edecek: ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan sakınan ise
benden olacaktır; ondan sadece bir avuç dolusu içen ise affa mazhar olacaktır.”241
Ancak,
birkaçı dışında hepsi ondan [dolu dolu] içtiler.
O ve
ona inananlar nehri geçer geçmez ötekiler: “Câlût ve kuvvetlerine karşı [koymak
için] bugün hiç gücümüz yok!” dediler.
[Ama]
kesin olarak Allah'a kavuşacaklarını bilenler: “Nice küçük topluluklar,
Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir! Zira Allah, güçlüklere
karşı sabırlı olanlarla beraberdir.” diye cevap verdiler.
250 Onlar
Câlût ve kuvvetleriyle karşı karşıya geldiklerinde, “Ey Rabbimiz! Bize
zorluklara tahammül gücü bağışla, adımlarımızı sağlam kıl ve hakikati inkar
eden bu topluma karşı bize yardım et!” diye dua ettiler.
251 Bunun
üzerine, onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar, Davud da Câlût'u öldürdü;
Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi ve istediği şeyin bilgisini öğretti.
Ve
eğer Allah, insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gücü vermeseydi242 yeryüzü çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı:
ama Allah bütün âlemlere karşı sınırsız lütuf sahibidir.
252 BUNLAR
Allah'ın mesajlarıdır: Biz [ey Peygamber,] hakikati ortaya koyan bu [mesaj]ları
sana iletiyoruz: doğrusu sen, bu mesajların emanet edildiği (elçilerden)sin.
253 Bu
elçilerin bazılarına diğerlerinden daha fazla meziyetler bahşettik: İçlerinden
kimi ile Allah [bizzat] konuşmuş, kimini de daha üst derecelere yükseltmiştir.243 Biz, Meryem oğlu İsa'ya hakikatin tüm
kanıtlarını bahşettik ve o'nu kutsal ilham ile244 destekledik.
Ve
eğer Allah dileseydi, o [elçiler]den sonra gelenler, kendilerine hakikatin
bütün kanıtları geldikten sonra birbirleriyle çatışmazlardı; ancak [vaki olduğu
üzere] onlar karşıt görüşlere kapıldılar ve bazıları imana ererken diğerleri
hakikati inkara yöneldi. Buna rağmen Allah dileseydi, birbirleriyle
çatışmazlardı.245 Ama Allah dilediğini yapar.
254 SİZ
EY imana ermiş olanlar! Pazarlığın, dostluğun ve şefaatin geçerli olmayacağı
bir Gün246 gelmeden önce size rızık olarak bağışladığımız
şeylerden [Bizim yolumuzda] harcayın. Ve bilin ki hakikati inkar edenler
zalimlerin tâ kendileridir.
255 ALLAH
-O'ndan başka ilah yoktur; Her Zaman Diridir, Bütün Varlıkların Kendi Kendine
Yeterli Yegane Kaynağıdır.
Ne
uyuklama tutar O'nu, ne de uyku. Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O'nundur.
O'nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir?
O,
insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da247 bilir; oysa O dilemedikçe insanlar O'nun
ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar.
O'nun
sonsuz kudreti ve egemenliği248 gökleri
ve yeri kaplar ve onların korunup desteklenmesi O'na ağır gelmez. Gerçekten
yüce ve büyük olan yalnızca O'dur.
256 DİNDE
zorlama yoktur.249
Artık
doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytanî güçlere ve
düzenlere250 (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar,
hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi
işitendir, her şeyi bilendir.
257 Allah
inanç sahiplerine yakındır, onları koyu karanlıktan aydınlığa çıkarır; oysa hakikati
inkara şartlanmış olanlara yakınlık gösterenler onları aydınlıktan çıkarıp
derin karanlığa iten şeytanî güçlerdir: İçinde yaşayıp kalmak üzere ateşe
mahkum olanlar da işte böyleleridir.
258 SIRF
Allah kendisine hükümdarlık bağışladığı için İbrahim ile Rabbi hakkında
münakaşa eden o [hükümdar]dan haberin yok mu?
Hani
İbrahim: “Rabbim hayat veren ve ölüm dağıtandır!” demişti.
Hükümdar
cevap vermişti: “Ben [de] hayat verir ve ölüm dağıtırım!”
İbrahim:
“Allah güneşi doğudan doğdurur; öyleyse sen de batıdan doğdur!” demişti.
Bunun
üzerine, hakikati inkara şartlanmış olan o kişi hayretler içinde kaldı: Allah
[bile bile] zulüm işleyen251 toplumu hidayete
erdirmez.
259 Yoksa
[ey insanoğlu, sen,] halkının terk ettiği, çatıları yıkılıp harap olmuş
(virane) bir kasabadan geçen [ve]: “Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl
diriltebilirmiş?”252 diyen o kişi [ile aynı fikirde] misin?253
Bunun
üzerine Allah, onu yüzyıl süre ile ölü bırakmış ve sonra tekrar hayata
döndürerek sormuştu: “Bu halde ne kadar kaldın?”
O da:
“Bu halde bir gün veya bir günden biraz daha az bir süre kaldım” diye cevap
vermişti.
[Allah]:
“Hayır” dedi, “bu halde bir yüzyıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak -geçen
yıllar onları bozmamış- ve eşeğine bak!254 [Biz bütün bunları] insanlara bir ibret olman
için [yaptık]. Birde şu [insanların ve hayvanların] kemiklerine bak -onları
nasıl birleştirip et ile örttüğümüzü düşün!”255
[Bütün
bunlar] ona açıklanınca, “[Şimdi] öğrendim ki” dedi, “Allah her şeye kâdirdir!”
260 Hani
İbrahim, “Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster!” demişti.
O da,
“Yoksa inancın yok mu?” diye sormuştu.
[İbrahim]
cevap vermişti: “Hayır, ama [görmeme izin ver] ki kalbim tamamen mutmain
olsun.”
“Öyleyse”
demişti Allah, “Dört kuş al ve onlara sana itaat etmeyi öğret;256 sonra onları (etrafındaki) her tepeye ayrı
ayrı sal; sonra da çağır: uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah her şeye
kâdirdir, hikmet sahibidir.”257
261 ALLAH
yolunda mallarını harcayanların durumu, kendisinden yedi başak çıkan ve her
başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer: Allah dilediğine kat kat
verir; ve Allah her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir.
262 Allah
yolunda mallarını harcayan ve sonra iyiliklerini başa kakıp [muhtaç kişinin
duygularını] inciterek [bu] harcamalarının değerini düşürmeyenler258 mükafatlarını Rableri katında bulacaklar;
onlar için artık ne korku vardır, ne de üzüntü.
263 Gönül
alıcı bir söz ve başkasının eksiğini gizlemek,259 peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan daha
hayırlıdır; ve Allah Kendine yeterlidir, tahammül (hilm) Sahibidir.
264 Siz
ey imana ermiş olanlar! Servetini gösteriş ve övgü için harcayan, Allah'a ve
Ahiret Günü'ne inanmayan kişinin yaptığı gibi, iyiliğinizi başa kakarak ve
[muhtaç kimsenin duygularını] inciterek yardımlarınızı değersiz hale sokmayın:
Onun hali, üzerinde [biraz] toprak bulunan yumuşak bir kayanın hali gibidir,
bir sağanak vurunca onu sert ve çıplak bırakıverir. Bu gibilerin, yaptıkları
[hayırlı] işlerinden hiçbir kazançları olmaz: zira Allah, hakikati reddeden bir
toplumu hidayete erdirmez.
265 Servetlerini
Allah'ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak harcayanların
durumu [ise], verimli topraklar üzerindeki bahçe gibidir: Bir sağanak vurur, bu
sayede ürün iki misli artar; sağanak olmadığı zaman da hafif yağmur [düşer oraya].
Ve Allah yaptığınız her şeyi görür.
266 Sizden
biriniz, içinden ırmaklar akan ve çeşit çeşit meyve ile dolu bir hurma ve asma
bahçesine sahip olmayı -ama sonra da sadece [bakıma muhtaç] zayıf çocuklarıyla
yaşlılığa terkedilmeyi- ve sonra kızgın bir kasırganın bahçeye isabet edip onu
tamamen kasıp kavurmasını ister mi?
Belki
düşünürsünüz diye Allah mesajlarını size böylece açıklar.
267 Siz
ey imana ermiş olanlar! Kazandığınız güzel şeylerden ve topraktan sizin için
bitirdiğimiz [ürünler]den başkaları için harcayın; ama harcamak için, size
verildiğinde küçümser şekilde bakışlarınızı çevirmeden kabul etmeyeceğiniz
bayağı şeyleri seçmeyin. Ve bilin ki Allah kendine yeterlidir, her zaman övgüye
layık olandır.
268 Şeytan
sizi fakirlik ihtimali ile korkutur ve cimriliği telkin eder. Oysa Allah, size
bağışlamasını ve lütfunu vaad eder: Allah kudret ve egemenlikte sınırsızdır,
her şeyi bilendir.
269 Dilediğine
hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa doğrusu ona en büyük servet
verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp
anlayamaz.
270 Çünkü,
başkaları için her ne harcarsanız ve neyi [harcamak için] adarsanız, Allah onu
mutlaka bilir. Ve [hayırda bulunmayı engelleyerek] zulüm işleyenler,
kendilerine yardım edecek kimse bulamazlar.
271 Yardımları
açıktan yapmanız güzeldir; ama muhtaca gizlice vermeniz sizin için daha hayırlı
olur ve günahlarınızın bir kısmını bağışlatır. Allah yaptığınız her şeyden
haberdardır.
272 [Ey
Peygamber,] İnsanları hidayete erdirmek senin işin değil,260 zira ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.
Ve
yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için harcamanız şartıyla, başkalarına her ne
iyilik yaparsanız bu kendi yararınızadır: Çünkü yapacağınız her iyilik size
olduğu gibi geri dönecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.
273 [Ve]
Allah yoluna kendilerini tamamen adamış oldukları için yeryüzünde [rızık aramak
niyetiyle] gezip dolaşamayan muhtaçlar[a yardım e-din].261 [Onların durumunun] farkında olmayan, onları
zengin zanneder, çünkü [istemekten] çekinirler; [ancak] sen onları [bazı]
özelliklerinden tanıyabilirsin: insanlardan arsız bir şekilde is-temekten
kaçınırlar. Ve onlara ne iyilik yaparsanız, doğrusu Allah hepsini bilir.
274 Servetlerini
[Allah rızası için] gece ve gündüz, gizlice ve açıkça harcayanlar,
mükafatlarını Rablerinin katında göreceklerdir: onlara ne korku vardır, ne de
üzülürler.
275 FAİZ
yiyenler,262 şeytanın çarptığı kimseler gibi davranırlar;
çünkü onlar “Alışveriş de bir tür faizdir!”263 derler -halbuki Allah alışverişi helal ve
faizi haram kılmıştır. Bu nedenle, kim Rabbinin öğüdünü dinler264 ve hemen [faizden] vazgeçerse, evvelki
kazançlarını koruyabilir ve onun hakkında karar vermek artık Allah'a kalır;
ona, [faize] geri dönenlere gelince; içinde yaşayıp kalacakları ateşe mahkum
olanlar işte böyleleridir.
276 Allah
faizli kazançları bereketten mahrum eder, ama karşılıksız yardımları kat kat
arttırarak bereketlendirir.265 Allah,
inatçı nankörleri ve günahta ısrarlı olanları sevmez.
277 İmana
ermiş olanlar, doğru ve yararlı işler yapanlar, namazlarında dikkatli ve
devamlı olanlar ve karşılıksız yardımda bulunanlar; işte onlar mükafatlarını
Rablerinden alacaklardır ve onlara ne korku vardır, ne de üzülürler.
278 Siz
ey imana ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve eğer
[gerçekten] müminseniz faizden doğan kazançların tümünden vazgeçin;266
279 çünkü
eğer böyle yapmazsanız, bilin ki Allah'a ve Elçisine savaş açmış olursunuz. Ama
eğer tevbe ederseniz, ana-paranız[ı267 geri
almay]a hak kazanırsınız: Böylece ne haksızlık yapmış ne de haksızlığa uğramış
olursunuz.
280 Ancak
[borçlu] güç durumda ise, rahatlayıncaya kadar ona bir vade verin; eğer
bilirseniz, bir karşılık beklemeden [borcu tamamiyle] silmek, sizin kendi
iyiliğinize olacaktır.
281 Allah'a
döneceğiniz, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve
hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı Günü aklınızdan çıkarmayın.268
282 SİZ
EY imana ermiş olanlar! Ne zaman belli bir vade ile borç verir veya alırsanız269 yazıyla tesbit edin. Bir yazıcı, tarafsız
olarak onu kaydetsin. Ve hiçbir yazıcı, Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmayı
reddetmesin:270 öylece, olduğu gibi yazsın. Borçlanan (taraf
taahhüdünü) kaydettirsin, Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde olsun ve
taahhüdünden bir şey eksiltmesin.271 Ve eğer
borç altına girenin aklî veya bedenî bir zaafı varsa272 veya kendisi (işlemi) kaydettirebilecek
durumda değilse, onun menfaatini kollamakla görevli olan kimse, onu adil bir
şekilde kaydettirsin. Ve içinizden iki erkek şahit tutun; eğer iki erkek
bulunmazsa, kabul edebileceğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadını şahit
tutun ki onlardan biri hata yaparsa diğeri ona hatırlatabilsin.273 Ve şahitler çağrıldıklarında [şahitlik
yapmayı] reddetmesinler.
Küçük
olsun büyük olsun, her anlaşma maddesini vade tarihi ile birlikte yazmaya274 üşenmeyin: Bu, Allah nazarında daha adil,
kanıtlanma açısından daha güvenilir ve [sonra] sizi şüpheye düşmekten
alıkoymakta daha uygun olandır. Ama eğer [aranızdaki muamele,] birbirinize
doğrudan doğruya (hemen) devredeceğiniz hazır mallar ile ilgiliyse onu
yazmamanızda bir mahzur yoktur.
Ve
birbirinizle alış veriş yapacağınız zaman bir şahit bulundurun, ancak (bundan)
ne yazıcı ne de şahit bir zarara uğramasın;275 eğer onlara [zarar verici bir iş] yaparsanız,
unutmayın ki, bu, sizin için günahkarca bir davranış olacaktır. Allah'a karşı
sorumluluğunuzun bilincinde olun, çünkü sizi [bu yolla] eğiten Allah'tır ve
Allah, her şeyin tüm bilgisine sahiptir.
283 Eğer
seyahatte iseniz ve bir yazıcı bulamazsanız, alınmış taahhütler ile yetinilebilir:
ancak eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güven duyulan, bu güvene uygun
davransın ve Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde olsun.
Ve
şahit olduğunuz şeyi gizlemeyin;276 zira,
onu gizleyen kalben vebal altındadır; ve Allah yaptığınız her şeyin tüm
bilgisine sahiptir.
284 Göklerdeki
ve yerdeki her şey Allah'a aittir. Aklınızdan geçeni açıklasanız da gizleseniz
de Allah sizi onun için hesaba çekecektir; ve sonra O, istediğini affedecek,
istediğini cezalandıracaktır: Zira Allah her şeye kâdirdir.
285 ELÇİ
ve o'nunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından o'na indirilene inanırlar:
Hepsi, Allah'a, meleklerine, vahiylerine ve elçilerine inanırlar; O'nun
elçilerinden hiç biri arasında ayrım yapmazlar277 ve:
“İşittik
ve itaat ettik. Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yolculukların varış
yeri Sensin!” derler.
286 “Allah hiç kimseye
taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez: kişinin yaptığı her iyilik kendi
lehinedir, her kötülük de kendi aleyhine.”
“Ey Rabbimiz! Unutur veya bilmeden hata yaparsak bizi sorgulama!”
“Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme!278 Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükleri
bize taşıtma!”
“Ve günahlarımızı affet, bizi bağışla ve rahmetini yağdır üstümüze! Sen Yüce
Mevlâmızsın, hakikati inkar eden topluma karşı bize yardım et!”
1 Bazı
Kur’an surelerinin başında bulunan ve mukatta‘ât
adı verilen harflerin muhtemel anlamları ile ilgili olarak, bu konuya
ilişkin çeşitli yaklaşımların tartışıldığı Ek II'ye bakınız.
2 Muttakî'nin “Allah'tan korkan”
şeklindeki alışılagelen çevirisi, bu ibarenin olumlu içeriğini yeterli biçimde yansıtmaz -yani, O'nun her zaman
ve her yerde hazır olduğunun farkında olmayı ve kişinin bu farkında oluşun
ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme arzusunu... Öte yandan, bazı
çevirmenlerce benimsenen “kötülükten sakınan” veya “sorumluluğu konusunda
dikkatli olan” şeklindeki çeviri ise, İlahî
sorumluluk bilinci kavramının sadece belirli bir yönünü yansıtır.
3 Ğayb (genellikle ve hatalı olarak
“görünmeyen” şeklinde çevrilir), Kur’an'da insanın kavrayış alanının ötesinde
bulunan, onu aşan hakikatin tüm safhalarını ifade etmek için kullanılır. Bu
nedenle, bilimsel gözlemlerle isbatı veya reddi sözkonusu olamaz veya hatta
genel kabul görmüş spekülatif düşünce kategorileri içinde bile yeterli biçimde
kapsanamaz. Örneğin, Allah'ın varlığı, evrenin yaratılış amacı, ölümden sonraki
hayat, zamanın gerçek mahiyeti, ruhsal güçlerin varlığı ve birbirleriyle
ilişkileri vb. gibi... Ancak asıl hakikatin gözlemlenebilen
çevreden çok daha fazlasını kapsadığına ikna olan bir kişi, Allah'a imana ve
böylece hayatın bir anlamı ve gayesi olduğu inancına ulaşabilir. Kendisinin
ancak “insan idrakini aşan olguların varlığına inananlar için bir rehber”
olduğuna işaret etmek suretiyle Kur’an, aslında, zihinleri bu temel öncülü
kabullenemeyenler için kapısının -zorunlu olarak- kapalı olacağını
söylemektedir.
4 Rızk (“geçim aracı”), insan için
yararlı olan bütün maddî (gıda, mal, çocuk gibi) veya manevî (bilgi, erdem
gibi) şeyleri ifade eder. “Başkaları için harcamak”, burada, Allah'a karşı
sorumluluğun bilincinde olmak ve namaz ile birlikte zikredilmiştir; çünkü
gerçek erdemlilik, ancak böyle özverili davranışlar yoluyla tam semeresini
verir. Unutulmamalıdır ki enfaka
(lafzî karşılığıyla, “harcadı”) fiili, Kur’an'da her ne saikle olursa olsun,
daima başkası için sınırsızca harcamayı veya ikramda bulunmayı ifade etmek için
kullanılmıştır.
5 Bu,
Kur’an'ın temel akidelerinden biri olan, ilahî vahyin tarihsel sürekliliği
akidesine bir işarettir. Hayat -Kur’an'ın bize öğrettiği üzere- birbiriyle
bağlantısız sıçramalar zinciri değil, tersine devamlı ve organik bir süreçtir.
Bu kanun, insanın dinî tecrübesini (birikimini) içine alan zihin hayatı için de
geçerlidir. Böylece Kur’an'ın vaz‘ettiği din, ancak kendisinden önce gelen ve
İslam inancına göre en son ve en mükemmel şekline İslam'da ulaşan büyük
tek-tanrılı itikatlar çerçevesinde ele alınması halinde doğru şekilde
anlaşılabilir.
6 Çok
sık karşılaşılan el-kâfirûn
(“hakikati inkar edenler”) terimine karşılık, ellezîne keferû ifadesinde geçmiş zaman kipinin kullanılması,
bilinçli bir niyetin varlığını gösterir. Bu sebeple, en uygun karşılık olarak,
“hakikati inkara şartlanmış olanlar” şeklinde çevrildi. Bu çeviri, birçok
müfessir, özellikle de Zemahşerî tarafından (ki bu ayeti yorumlarken,
“küfürlerinde bilinçli olarak ısrar edenler” ifadesini kullanır)
desteklenmektedir. Kur’an'ın başka bir yerinde bu insanlar, “kalpleri olup da
gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen”ler
(7:179) olarak anılırlar. -Küfr
(“hakikatin inkarı”) ve kâfir
(“hakikati inkar eden kimse”) gibi terimlerin bir açıklaması için bkz. Kur’an
vahyinde bu kavramın ilk defa kullanıldığı
74:10
ile ilgili
4.
not.
7
Bâtıl inançlara inatla sarılan ve hakikatin sesini dinlemeyi reddeden kişinin
zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybedeceği
ve “böylece, sonunda kalbinin mühürlenmiş olacağı” (Râğıb) şeklindeki ilahî
kanuna bir atıf. Bütün tabiat kanunları Allah tarafından vaz‘edildiğinden -ki
bunlara bir bütün olarak sünnetullâh
(“Allah'ın kanunu”) adı verilir- bu “mühürleme” Allah'a izafe edilmektedir;
oysa bu, insanın hür tercihinin sonucudur, bir “önceden takdir edilme”
değildir. Aynı şekilde, bu dünyadaki hayatları sırasında hakikate karşı bilerek
kör ve sağır kalmış olanlar için öteki dünyada hazırlanmış olan azap da,
onların hür tercihlerinin tabii bir sonucudur; tıpkı öteki dünyadaki
mutluluğun, insanın dürüst ve erdemlice davranarak iç aydınlığı ve huzuru elde
etmeye yönelmesinin bir sonucu olması gibi... Kur’an'da Allah'ın “mükafat”ına
ve “ceza”sına yapılan atıflar bu şekilde anlaşılmalıdır.
8
Yani, Allah'ın ve insanın huzurundaki yalanları ile kendilerine karşı
yalanlarından dolayı... Genel olarak kabul edilen görüş, ilk bakışta bu pasajın
atıfta bulunduğu kişilerin, Hicret'ten sonraki ilk yıllarda zahiren İslam'a
bağlılıklarını ikrar eden, oysa kalben Muhammed (s)'in mesajının gerçekliğine
ikna olmamış bulunan Medine münafıkları olduğudur. Ancak, Kur’an'ın hem nüzulü
dönemindeki, hem de daha önceki dönemde vuku bulan olaylara yaptığı işaretlerde
her zaman görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet ve ondan sonra gelen ayetler de genel
ve zaman-üstü bir muhtevaya sahiptirler, çünkü manevî sorumluluktan kaçınmak
için kendi kendilerini kandırmaya yönelen bütün insanlara atıfta
bulunmaktadırlar.
9 Bu,
dinî mülahazaların pratik hayata “müdahale”sine karşı olan ve böylece, -çoğu
zaman farkında olmadan, “sadece işleri düzelttiği”ne (ıslah) inanarak- daha
sonraki ayette işaret edilen sosyal ve ahlakî şaşkınlığa katkıda bulunan
insanlara bir atıftır.
10
Lafzen, “Şeytanlarıyla” (şeyâtîn, şeytân'ın çoğulu). Kadîm Arapça'daki
kullanımına uygun olarak bu terim, çoğunlukla, “kötülükteki şiddetli ısrarları
(temerrüd) nedeniyle şeytanlara
benzeyen” insanları ifade eder (Zemahşerî): Bu, yukarıdaki ayet ile ilgili
olarak müfessirlerin çoğunluğu tarafından kabul edilen bir yorumdur. Ancak şeytân terimi -ki şetane fiilinden türetilmiştir: “o (doğru ve güzel olan her şeyden)
uzaklaştı” (veya “uzaktı”) (Lisânu'l-‘Arab,
Tâcu'l-‘Arûs)- Kur’an'da çoğunlukla
insanın ruhundaki “şeytanî” (yani, son derece kötü) eğilimleri ve özellikle,
hakikate ve maneviyata düşman olan bütün dürtüleri tanımlamak için
kullanılmıştır (Râğıb).
11
Lafzen, “Allah onlarla eğlenecek”. Benim çevirim, bu ifadenin genel kabul gören
yorumu ile paraleldir.
12
Bunun bariz anlamı şudur: “Ama O, bunu dilemez”. Yani Allah, “hidayete karşılık
sapıklığı satın alanlar”ın günün birinde hakikati anlayıp yollarını
düzeltebilecekleri ihtimalini dışlamaz. “İşitme ve görme (kabiliyet)leri”
ifadesi, insanın fıtrî olarak iyi ile kötüyü ayırd etme yeteneğini ve
dolayısıyla, ahlakî sorumluluğunu ifade eden bir mecazdır. Bana göre, “ateş
yakan kişiler” kıssasında, bazı insanların, hayatın ve inancın ölçüye ve
tahmine gelmeyen yanlarını açıklamanın ve aydınlatmanın bir aracı olarak
yalnızca “bilimsel yaklaşım” adı verilen şeye güvenmelerine ve sonuçta, insan
aklının kavrayış alanı dışında herhangi bir şeyin bulunabileceğini küstahça
reddetmelerine bir atıf vardır. Bu kibirli küstahlık, Kur’an'ın tanımladığı
gibi, sahiplerini -ve hakim oldukları toplumları- kaçınılmaz olarak “neredeyse
gözlerini alıveren” hayal kırıklığı yıldırımlarına maruz bırakır, yani, ahlakî
kavrayışlarını daha da zayıflatır ve “ölümün dehşeti”ni derinleştirir.
13
Lafzen, “Allah'a eşler koşmayın” (endâd,
nidd'in çoğulu). Bütün müfessirler,
“ortak/eş” teriminin, ister “bizâtihî kendi başına” bir tanrı, isterse sözümona
bazı ilahî veya yarı-ilahî güçlere sahip bir azîz olarak telakki edilsin,
Allah'ın sıfatlarından tümünün veya bir kısmının izafe edildiği herhangi bir
tapınma objesini ifade ettiğinde hemfikirdirler. Bu anlamı da ancak ibarenin
yukarıdaki serbest çevirisi verebilirdi.
14
Yani, odak noktasını Allah'ın birliği ve tekliği öğretisinin oluşturduğu
mesajın... Bu pasaj, “şüphe” (rayb)
kelimesinin kullanılmasıyla, bu surenin başlangıç cümlesini (“Üzerinde hiçbir
şüpheye yer olmayan bu ilahî kelâm”) hatırlatmayı amaçlar. Vahyin tedricîliği, nezzelnâ gramatik kalıbı ile
yansıtılmıştır -ki tedricîlik, bu bağlamda büyük bir önem taşır. Çünkü Hz.
Peygamber'in muhalifleri, Kur’an'ın, bir defada değil de tedrîcen nazil
olmasından dolayı ilahî kaynaklı olamayacağını ileri sürmekteydiler
(Zemahşerî).
15
Lafzen, “ona benzer bir sure ile gelin ve Allah'tan başka şahitlerinizi de getirin”
-yani, “sözde edebî gücünüzün Kur’an'ın herhangi bir parçasına eşit
olabileceğini isbat etmek için...” Kur’an'ın başka iki yerinde daha aynı meydan
okumayı görürüz (10:38 ve
11:13,
ki bu ikinci ayette inançsızlara, aynı değerde on ayet getirmeleri çağrısında
bulunulmaktadır); ayrıca bkz.
17:88.
16 Bu,
insanın Allah'ı bırakarak yöneldiği bütün tapınma objelerini gösterir; onların
güçsüzlüğü ve etkisizliği, taşların cansızlığı ile sembolize edilmektedir;
“insanlar” ibaresi ise, burada hakikat çizgisinden sapan insan eylemlerini temsil eder (karş. Menâr I,
197):
öteki dünyada, Kur’an'da “cehennem” olarak adlandırılan, inkarcıların şiddetli
bir azaba çarptırıldıkları ortamı hatırlatan bir ifade...
17
Lafzen, “ona benzeyen bazı şeyler”. Bu pasaj için, bazısı oldukça spekülatif ve
batınî mahiyette birçok yorum yapılmıştır. Bu çeviri tarzını, “bu, daha önce de
bize rızık olarak verilen şeyin aynısıdır” cümlesini, “yeryüzündeki hayatımız
sırasında iman edip doğru ve yararlı işler yapmamızın karşılığı olarak bize
vaad edilen budur” anlamında tefsir eden Muhammed Abduh'a borçluyum (Menâr I,
232
vd.). Diğer bir ifadeyle, insanın bu dünyadaki eylem ve davranışları, onların
öteki dünyadaki “meyveleri”ne ya da ürünlerine yansıyacaktır. -Kur’an'ın başka
ayetlerinde ifade edildiği gibi “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görecek ve
kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görecektir” (99:7-8). Bir sonraki
cümlede “eşler”e yapılan atıflara gelince, zevc
(çoğulu ezvâc) teriminin bir çiftin
her iki tarafını -yani, hem dişiyi hem de erkeği- ifade ettiğini belirtmek
gerekir.
18
Lafzen, “onun fevkinde bir şeyi”; burada vurgulanan, küçüklük vasfının üst derecesidir. Örneğin, birisinin, “filan şahıs
insanların en alçağıdır, hatta ondan da fazla” demesi gibi (Zemahşerî). Öteki
dünyadaki cennet nimetlerinin ve cehennem azabının anılmasının hemen ardından
“Allah'ın verdiği örnekler”den bahsedilmesi, bu tasvirin temsîlî karakterini
ortaya koymaktadır.
19
“Allah'a karşı taahhüt” (ki geleneksel olarak “Allah'ın ahdi” diye çevrilir),
burada, açıkça, insanın kendisine yaratılıştan verilen aklî ve maddî nimetleri
Allah'ın istediği şekilde kullanması yolundaki ahlakî sorumluluğuna işaret
eder. Bu sorumluluğun “üstlenilme”si, akıl melekesinden kaynaklanır; ki bu
meleke, doğru kullanıldığında, insanı kendi davranışları ile ilgili olarak
Allah'ın iradesini tedrîcen kavramaya yöneltir. “Allah'a karşı taahhüt”ün bu
şekildeki yorumunu, incelenmekte olan bölümden ne önce ve ne de sonraki
ayetlerde herhangi bir özel “ahit”e değinilmemiş olması gerçeği de teyid
etmektedir. Bu bağlamda herhangi bir açıklayıcı referansın kasıtlı olarak ihmal
edilmiş olması, “Allah'a karşı taahhüt” ifadesinin, bu beşerî durumun
temelindeki bir şeyi ifade ettiğini ve bu nedenle, hem bilinçli tecrübe yoluyla
hem de içgüdüsel olarak algılanabileceğini gösterir: yani, Allah ile
yaratılıştan kurulan ve O'nu “insana şahdamarından daha yakın” (50:16) yapan
bir ilişki. Daha sonra “Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şey”e yapılan
atfın bir açıklaması için bkz. sure
13,
not
43.
20 Semâ terimi, başka bir şey üzerine çadır
gibi serilmiş herhangi bir şey için kullanılır. Bu nedenle, yer üzerinde kubbe
gibi yükselen ve onun adeta çatısını oluşturan görülebilir göklere “semâ” adı verilir. Ve terimin
Kur’an'daki asıl anlamı da budur. Daha geniş anlamda ise “kozmik sistem”
çağrışımına sahiptir. “Yedi gök” ibaresine gelince, Arapça kullanımında -diğer
Semitik dillerde de olduğu gibi- “yedi”nin çoğu kez “birkaç/birçok” kelimesiyle
eşanlamlı olduğu unutulmamalıdır (bkz. Lisân'ul-‘Arab).
Tıpkı, “yetmiş” veya “yediyüz”ün de, genellikle, “çok” yahut “pek çok” anlamına
geldiği gibi (Tâcu'l-‘Arûs). “Her semâ, kendi altında bulunana nisbetle
bir semâ'dır”
(Râğıb) şeklindeki dilbilimsel tanım ile birlikte ele alındığında, “yedi gök”
ifadesinin, kozmik sistemlerin çokluğunun bir işareti olduğu daha iyi
anlaşılır. Bu cümlenin başındaki sümme'yi
neden “ve” diye çevirdiğimin izahı için bkz. sure
7, not
43'ün
ilk kısmı.
21
Genellikle -Arapça'nın yapısı içindeki değişik kullanımlarına yeterince dikkat
edilmeden- “vaktiyle” diye çevrilen iz edatının
bu bağlamda tek uygun karşılığı, “İşte/ve o zaman” ifadesi olarak
görülmektedir. İlk karşılık çoğu zaman doğru görünmesine rağmen, iz edatı, aynı zamanda “âni veya
beklenmedik bir şeyin vukuu”nu (karş. Lane I,
39),
ya da “söylemdeki âni bir dönüşü/değişikliği” ifade etmek için de kullanılır.
Bundan sonraki temsîlî anlatım, insana fıtraten verilmiş muhakeme yeteneği ile
ilgili olduğu kadar önceki paragraflarla da mantıken irtibatlıdır.
22
Lafzen, “dünyada bir vâris” ya da “bir halife yaratacağım.” Halîfe terimi -“(başkasının) yerini
aldı” anlamındaki halefe fiilinden
türemiştir- bu temsîlde de, insanın yeryüzündeki meşru hakimiyetini göstermek
için kullanılmıştır; ki bu da, en uygun olarak “yeryüzünde ona sahip çıkacak”
şeklinde (mülkiyetinin kendisine emanet edilmiş olması anlamında) çevrilebilir.
Bkz. bütün insanlardan yeryüzünün
halîfeleri olarak söz edilen
6:165,
27:62
ve
35:39.
23
Lafzen, “bütün isimleri”. Bütün dilbilimcilere göre isim terimi, “bir maddenin, bir eylemin veya bir niteliğin
bilgisini temsîl eden ayırd edici ifadeler”e (Lane IV,
1435);
felsefe terminolojisinde ise “kavram”a işaret eder. Buradan hareketle, “tüm
isimlerin bilgisi”nin, bu anlam örgüsü içinde, mantıkî tanımlama ve dolayısıyla
kavramsal düşünme melekesine delalet ettiği sonucuna varabiliriz. Burada “Âdem”
ile bütün bir insan soyunun kasdedilmiş olması, daha önce geçen, meleklerin
“orada bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak birini mi” şeklindeki
itirazlarıyla ve ayrıca
7:11
ile iyice pekiştirilmiştir.
24
Yani, safiyetinizden dolayı kendinizi “yeryüzüne sahip çıkma”ya daha layık
gördüğünüz iddiasında haklıysanız.
25
İnsanın, kavramsal düşünme yeteneğinden dolayı, bu konuda meleklerden bile
üstün olduğunu göstermek için.
26
Kovulan Meleğin (the Fallen Angel) ismi ile ilgili bir açıklama için bkz. sure
7, not
10.
Kur’an'da sıkça vurgulanan bu “isyan” olayı, bazı müfessirleri, İblis'in bir
melek olamayacağı, çünkü meleklerin günah işleme özelliğine sahip olmadıkları
kanaatine vardırmıştır: “Onlar kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmazlar...
ve kendilerine ne buyurmuşsa onu yaparlar” (16:49-50). Buna karşılık öteki
müfessirler, Allah'ın meleklere emri ve İblis'in itaati reddetmesi ile ilgili
Kur’ânî beyana işaretle bunun, sözkonusu emir sırasında İblis'in cennet
sakinlerinden biri olduğunu kesinlikle gösterdiğini iddia ederler. O halde,
İblis'in “isyan”ının tamamiyle sembolik bir anlama sahip bulunduğunu ve aslında
Allah tarafından kendisine verilen özel bir
fonksiyonun sonucu olduğunu söyleyebiliriz (bkz.
15:41,
not
31).
27
Lafzen, “bahçede”. Burada “bahçe” ile neyin kasdedildiği üzerinde müfessirler
arasında kayda değer bir görüş farklılığı vardır: dünyevî anlamda bir bahçe mi,
öteki dünyada salih insanları bekleyen bir cennet mi, yoksa cennet içindeki
bazı özel bahçeler mi? Bazı ilk dönem müfessirlerine göre (bkz. Menâr I,
277)
burada dünyevî bir ikamet yeri
kasdedilmiştir, yani mutlak bir rahatlık, mutluluk ve suçsuzluk ortamı. Ancak
her ne olursa olsun, bu Âdem kıssası,
3:7'de
gönderme yapılan temsîllerden biridir.
28 Bu
ağaç, Kur’an'ın başka bir yerinde (20:120) “ebedî hayat ağacı” olarak ve
Kitâb-ı Mukaddes'de (Tekvîn ii,
9)
“hayat ağacı” ve “iyilik ve kötülük bilgisinin ağacı” diye zikredilmiştir. Bu
temsîlin muhtemel bir izahı için bkz.
20:120,
not
106.
29
Lafzen, “içinde bulundukları durumdan çıkardı”: yani, onları yasaklanmış ağacın
meyvesini yemeye teşvik ederek.
30 Bu
cümle ile, şimdiye kadar gözlenen ikili hitap şekli çoğula döner; bu da,
kıssanın ahlakî tarafının bir bütün olarak insan soyunu ilgilendirdiğinin yeni
bir belirtisidir. Keza bkz. sure
7, not
16.
31 Bu
pasaj, ilahî vahiy yoluyla insana lütfedilen kesintisiz hidayete atıfta bulunan
önceki pasajlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu noktada İsrailoğulları'na yapılan
gönderme, Kur’an'ın başka pek çok yerinde olduğu gibi, onların dinî
inançlarının Kur’an vahyinde doruğa ulaşan tek tanrıcılık kavramının daha
önceki safhasını temsîl ettiği gerçeğinden dolayıdır.
32 Tüm
milletler arasında yalnız kendilerinin ilahî vahiy ile şereflendirildiklerine
dair ısrarlı Yahudi inancına bir atıf. “Küçük bir kazanç”, onların “Allah'ın
seçilmiş halkı” oldukları şeklindeki kanaatleridir: bu da, Kur’an'ın müteaddit
yerlerde reddettiği bir iddiadır.
33
“Hakkı bâtıl ile örtmek”le, Kur’an'ın sık sık Yahudileri ithamına sebep olan,
Kitâb-ı Mukaddes'in metnini tahrif etmeleri kasdedilmiştir -ki bu tahrifat,
objektif metin tetkikleri yoluyla da isbatlanmıştır. Öte yandan, “hakikatin
gizlenmesi”, Yahudilerin, Kitâb-ı Mukaddes'deki Hz. Musa'nın “Tanrın Rab, sizin
için aranızdan, kardeşleriniz içinden tıpkı benim gibi bir peygamber çıkaracak,
siz o'nu dinleyeceksiniz” (Tesniye xviii,
15)
şeklindeki sözlerini ve bizzat Allah'a izafe edilen: “Kardeşlerin arasından
onlara senin gibi bir peygamber göndereceğim ve o'nun ağzına kendi sözlerimi
koyacağım” (Tesniye xviii,
18)
şeklindeki sözleri gözardı etmelerine veya kasden yanlış yorumlamalarına işaret
eder. Açıktır ki İsrailoğulları'nın “kardeş”leri, Araplardır ve özellikle
onların musta‘ribe (“Araplaşmış”)
gurubudur ki kökleri Hz. İsmail'e ve Hz. İbrahim'e kadar uzanır: ve Arap
Peygamberi'nin kendi kabîlesi “Kureyş” de bu guruba mensup olduğundan,
yukarıdaki Kitâb-ı Mukaddes ifadeleri o'nun ortaya çıkacağına işaret olarak
kabul edilmelidir.
34
İslam Hukuku'nda zekât, kişinin
sermayesini ve gelirini (dolayısıyla nefsini) bencillik kirinden temizlemesi
anlamına gelen, müslümanlara farz kılınmış zorunlu bir vergiyi ifade eder. Bu
verginin hasılatı, esas olarak fakirlere harcanır, ama yalnızca onlara değil.
Bu nedenle, ne zaman bu terim belirttiğimiz bu hukukî anlamda kullanılmışsa ben
onu “arındırıcı (malî) yükümlülükler” olarak çeviriyorum. Ancak, bu ayet
İsrailoğulları'na atıfta bulunduğundan ve yalnızca fakirlere yönelik hayır
faaliyetlerini içerdiğinden, onu “sadaka” veya “karşılıksız yardım” olarak
çevirmek daha uygun olur. Keza, zekât teriminin,
müslümanlarla ilgili olarak kullanılmasına rağmen özel olarak zorunlu vergiyi kasdetmediği bütün örneklerde
(vahiy kronolojisinde bu terimin ilk defa geçtiği
73:20
örneğinde olduğu gibi) bu ikinci çeviriyi benimsedim.
35
“Fidye almak” (‘adl), hem vekaleten
kefaret (vicarious redemption) olarak adlandırılan Hristiyan doktrinine, hem de
Yahudiler'in, “seçilmiş toplum”un -ki onlar kendilerini öyle görürler- Hesap
Günü cezadan muaf olacağı şeklindeki saplantılarına açık bir işarettir. Bu her
iki düşünce de Kur’an'da kesin olarak reddedilmektedir.
36
Bkz. Çıkış i,
15-16,
22.
37
Altın Buzağı Kıssası,
7:148
vd. ve
20:85
vd.'da daha geniş olarak ele alınmıştır. Yukarıda
50.
ayetin atıfta bulunduğu Kızıl Deniz'in geçilmesi olayı konusunda ise bkz.
20:77-78
ile
26:63-66
ve ilgili dipnotları. Hz. Musa'nın Sina Dağı'nda geçirdiği kırk gece (ve
gündüz),
7:142'de
yeniden zikredilmektedir.
38
Muhammed Abduh, el-furkân'ın, aynı
zamanda, “doğruyu yanlıştan ayırd etmemizi sağlayan insan aklı” için de
kullanıldığını (Menâr III,
160)
söyleyerek ve bu kapsamı geniş yorumunu Bedir Savaşı'nın yevmu'l-furkân (“doğrunun yanlıştan ayrıldığı gün”) olarak
tanımlandığı
8:41.
ayete dayandırarak el-furkân'ın yukarıdaki
anlamını (Taberî, Zemahşerî ve diğer büyük müfessirlerce kabul edilen anlam)
desteklemiştir. Furkân terimi,
Kur’an'da, çoğunlukla vahyedilmiş metinlerden herhangi birini ve özellikle de
Kur’an'ı tanımlamak için kullanıldığından, Abduh tarafından işaret edilen
muhtevayı taşıdığı da kuşkusuzdur: mesela,
8:29'da
bu terim, Allah'a karşı sorumluluklarının tam olarak bilincinde olan insanları
(ötekilerden) ayıran ahlakî değerlendirme melekesine işaret etmektedir.
39
Lafzen, “kendinizi öldürün” veya, bazı müfessirlere göre, “birbirinizi
öldürün”. Ancak, muhtemelen Tevrat, Çıkış xxxii,
26-28'deki
hikaye üzerine bina edilen bu lafzî yorum, hemen akabindeki tevbeye çağrı ve
peşinden bu tevbenin Allah tarafından kabul edildiği ifadesi karşısında ikna
edici görünmemektedir. Ben, bu nedenle, Abdülcebbâr tarafından verilen anlamı
(bu ayet ile ilgili yorumunda Râzî tarafından nakledilen anlamı) tercih ettim:
“Kendinizi öldürün” ifadesi, burada mecazî
anlamda, yani, “nefsinizi yok edin” anlamında kullanılmıştır.
40 Kur’an,
bu “ceza yıldırımı”nın (sâika) ne şekilde olduğunu anlatmaz. Lugat
alimleri bu kelimeye çeşitli anlamlar verirler, ancak hepsi de, taşıdığı ‘âni
oluş’ ve şiddet boyutu üzerinde hemfikirdirler (bkz. Lane IV,
1690).
41
Lafzen, “ölümünüzden sonra”. Mevt
kelimesi, her zaman maddî ölümü ifade etmez. Arap dilbilimcileri -mesela Râğıb-
mâte (kelime anlamı ile “öldü”)
fiilinin, bazı bağlamlarda, “hislerini kaybetti”, “hisleri öldü” ve bazan da,
“akıl melekesinden yoksun kaldı”, “aklen öldü” ve hatta bazan da, “uyudu”
anlamlarına geldiğini belirtmişlerdir (bkz. Lane VII,
2741).
42 Karye kelimesi, öncelikle “köy” veya
“kasaba” demektir. Ama “belde” anlamında da kullanılır. Burada açıkça
Filistin'e işaret edilmektedir.
43 Hitta kelimesinin bu karşılığı, Hz.
Peygamber'in birçok Ashâbı'nın bu konuda söylediklerini esas alan Lugat
alimlerinin çoğunluğu (karş. Lane II,
592)
tarafından kaydedilmiştir (bu konudaki nakiller için bkz. İbni Kesîr'in bu ayet
ile ilgili yorumu). Böylece İsrailoğulları'na, vaad edilen toprakları mütevazî
bir ruhla sahiplenmeleri (lafzen, “kapısından secde ederek girin”) ve bunu
kendileri için bir “hak” olarak telakki etmemeleri tenbih edilmiştir.
44
Çoğunlukla İbni Kesîr tarafından nakledilen bazı Hadislere göre, onlar
(İsrailoğulları), aşağılama amacıyla, karşılığında ilgisiz ve anlamsız şeyler
uydurarak hitta kelimesi ile
oynadılar. Ancak Muhammed Abduh,
58.
ayette geçen “deyin” emrinin, sadece onlardan beklenen zihinsel bir tavrın mecazı olduğu ve bu sebeple, buradaki
“değiştirme”nin, Allah'ın emrini gözardı etmek suretiyle yapılan bilinçli bir
kibir gösterisine işaret ettiği kanaatindedir (bkz. Menâr I,
324
vd.).
45
Yani, kabilevî gruplara göre.
46
Yani, “Özgürlüğünüzü, Mısır'daki esaretiniz sırasında yaşadığınız anlamsız
rahatlığa değişir miydiniz?”. Sina çölünde dolaşıp durdukları sıralarda pek çok
Yahudi, Tevrat'ta açıkça ifade edildiği üzere (Sayılar, xi), Mısır'daki
hayatlarının nisbî güvenliğini özlemle anıyorlardı. Ve zaten yukarıdaki Kur’an
pasajının bir sonraki cümlesinde Hz. Musa'nın ona îmada bulunmasından da bu
anlaşılmaktadır.
47 Habeta fiili, lafzî olarak, “yokuş aşağı
indi” anlamına gelir; keza mecazî olarak, onurunu yitirmek ve düşkün, sefil
hale gelmek anlamında kullanılır. (Karş Lane VIII,
2876.)
Hz. Musa'nın bu acı hitabı lafzî anlamda alınamayacağından, fiilin sözünü
ettiğimiz her iki anlamı bu bağlamda birleştirilerek “utanç içinde Mısır'a
dönün” diye çevrilebilir.
48 Bu
pasaj, açıkça, Yahudi tarihinin daha sonraki dönemine atıfta bulunuyor. Gerçekten
de, Yahudilerin bazı peygamberlerini öldürdükleri, hem Peygamber Yahya
(Vaftizci Yahya) kıssasında, hem de İncil'de kaydedildiğine göre, Hz. İsa'nın
yönelttiği şu daha genel ithamda açıkça görülmektedir: “Ey Kudüs! Sen, sana
gönderilen peygamberleri öldüren, onları taşlayan Kudüs!” (Matta xxiii,
37.)
Keza, her ikisi de Hz. Zekeriya'nın öldürülüşüne atıfta bulunan Matta (xxiii,
34-35)
ve Luka (xi,
51)
İncilleri'ne ve Selaniklilere Mektup I'e (ii,
15)
bakınız. Bu bağlamda, zulüm işlemeye devam etmeleri veya zulmü ısrarla
tekrarlamaları, kânû yardımcı
fiilinin kullanılışından anlaşılmaktadır.
49
Sâbiîler, Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki tek-tanrılı bir dinî grup
olarak bilinmektedir. İsimleri (bu isim, “kendini (suya) daldırdı” anlamındaki
Ârâmîce tsebha‘ fiilinden
türetilmiştir), onların Hz. Yahya'nın takipçileri olduklarına işaret etmektedir
-ki bu durumda, bugün hâlâ Irak'ta yaşayan ve Mandeliler diye tanınan bir
topluluğa mensup olabilirler. Ancak onları, İslam'ın ilk çağlarında mevcut olan
ve Müslümanlarca bütün tek tanrılı din sâliklerine tanınan avantajları elde
etmek için gerçek Sâbiîlerin ismini bilinçli olarak kabullenmiş olmaları
muhtemel bir ‘bilinemezci’ (gnostic) mezhep olan “Harran Sâbiîleri” ile
karıştırmamalıyız.
50
Kur’an'da birçok kez tekrarlanan yukarıdaki paragraf, İslam'ın temel bir
doktrinini inşa etmektedir. Başka hiçbir itikadda benzeri olmayan bir görüş
zenginliği ile, “kurtuluş” fikri, burada sadece üç şarta bağlanmıştır: Allah'a
iman, Hesap Günü'ne iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak. Bu kritik
noktada -yani, İsrailoğulları'na yönelik bir davetin tam ortasında- bu
doktrinin ifade edilmiş olması, Yahudilerin, Hz. İbrahim soyundan gelmelerinin
kendilerine “Allah'ın seçilmiş halkı” olarak kabul edilme imtiyazını verdiği
bâtıl inancı nedeniyledir.
51
Lafzen, “ve dağı (Tûr) üzerinize
yükselttik”: yani yüksek dağın, aşağıda
83.
ayette dile getirilen ciddî ve samimî taahhütlerinize şahitlik yapmasını
sağladık. Bütün çevirim boyunca et-Tûr
ibaresini “Sina Dağı” olarak çevirdim, çünkü (Kur’an'da) daima bu anlamda
kullanılmıştır.
52
Sebt Günü'nü ihlal edenlerin kıssasının tamamı ile “maymunlar”a yapılan mecazî
atıf için bkz.
7:163-166.
Burada “kendi zamanları” diye tercüme edilen mâ beyne yedeyhi ifadesi sure
3, not
3'de
izah edilmiştir.
53
Ayet
72'den
anlaşılmaktadır ki, bu ve takib eden ayetlerle ilgili kıssa, hemen hemen kesin
bir şekilde, çözümlenmemiş bazı öldürme olaylarında bir inek kurban edilmesini
ve öldürme olayına en yakın köy veya kasaba yaşlılarının ellerini kurban edilen
inek üzerinde yıkayıp “bu kanı ne ellerimiz döktü, ne de gözlerimiz onu gördü”
diye beyanda bulunmalarını emreden Hz. Musa'nın yasasına işaret eder. Bu yolla
toplum, müşterek sorumluluktan muaf kılınmış oluyordu. Bu Tevrat kuralının
detayı için bkz. Tesniye xxi,
1-9.
54
Lafzen, “cahillerden olmayayım diye”. Alay edilme suçlaması, Hz. Musa'nın
yukarıdaki kuralı çok genel terimlerle, herhangi bir detay vermeden
bildirmesinden dolayıdır.
55
Yani, Hz. Musa vasıtasıyla kendilerine vahyedilen basit bir emrin daha net bir
tanımını elde etmeye yönelik inatçılıkları, neredeyse emri yerine getirmelerini
imkansız kılacaktı. Bu paragrafla ilgili yorumunda Taberî, İbni ‘Abbâs'ın
aşağıdaki görüşünü aktarır: “Eğer [ilk anda] seçtikleri herhangi bir sığırı
kurban etseydiler görevlerini yerine getirmiş olacaklardı; ama onu kendileri
için karmaşık hale getirdiler ve Allah da onu onlar için zorlaştırdı.” Benzer
bir görüş, aynı bağlamda, Zemahşerî tarafından da ifade edilmiştir. Bu kıssanın
ahlakî yönünün, bütün dinsel hukukların (dolayısıyla İslam Hukuku'nun) önemli
bir problemine işaret ettiği görülmektedir: yani, başlangıçta genel ifadelerle
verilen herhangi bir dinî kanunla ilgili ilave detaylar istemenin hoş
görülmemesi -çünkü bu tür detaylar, sayı ve şekil olarak ne kadar çok olursa,
kanun da o kadar katı ve karmaşık hale gelir. Bu noktayı çok iyi kavrayan Reşid
Rıza, yukarıdaki Kur’an pasajı üzerindeki yorumunda aşağıdaki görüşleri
serdeder (bkz. Menâr I,
345
vd.): “Bundan alınacak ders, kişinin kanunları daha karmaşık hale getirecek
olan (hukukî) taleplerde bulunmaması gerektiğidir. İşte ilk Müslüman nesiller
meseleyi böyle görmüşlerdir. Onlar meseleleri kendi içinde giriftleştirmediler
ve böylece onlar için, şeriat (dîn), tabii, kolay ve müsamahakar idi.
Ama sonradan gelenler, kendi kıyaslamaları (ictihâdları)
yoluyla çıkardıkları (bazı) buyrukları dine ilave ettiler; ve bu (ilave) buyruk
ve yasakları o kadar çoğalttılar ki şeriat, toplum için ağır bir yük haline
gelmeye başladı.”
İslam
Hukuku'nun gerçek emir ve buyruklarının, yani, Kur’an'da ve Hz. Peygamber'in
öğretilerinde açık ve kesin olarak vaz‘edilmiş
olanların -neden detaylardan adeta tamamen uzak olduğunun sosyolojik sebepleri
konusunda State and Government in Islam adlı kitabımı (s.11
vd. ve muhtelif bölümleri) salık veririm. (Türkçe çevirisi, İslâm'da Yönetim Biçimi -T.ç.n.)
Yukarıdaki sığır kıssasında tasvir edilen ve Hz. Peygamber'in Ashâbı tarafından
doğru şekilde kavranan bu problemin önemi, sureye neden “Bakara” (sığır) adı
verildiğini izah eder. (Keza bkz.
5:101
ve ilgili notlar
120-123.)
56
Bkz. yukarıda not
53.
Burada çoğul “siz”in kullanımı, Hz. Musa'nın Şeriatı'nda, meçhul bir şahsın
veya şahısların işlediği cinayetlerde öngörülen kollektif, toplumsal sorumluluk
prensibine işaret eder. Allah'ın suçları açığa çıkarması, açıkça Hesap Günü'ne
bir işarettir.
57 İdribûhu bi-ba‘dihâ tabiri, kelime
anlamıyla: “onun bir kısmı ile ona vur” diye çevrilebilir -ve bu karşılık,
İsrailoğulları'na, kurban edilen sığırın etinden bir parça ile öldürülen adamın
cesedine vurmaları emrinin verildiği, bunun üzerine adamın mucizevî olarak
canlanıp katili gösterdiği gibi gülünç bir iddianın pek çok müfessir tarafından
ileri sürülmesine neden olmuştur. Ne Kur’an, ne Hz. Peygamber'in herhangi bir
sözü, hatta ne de Kitâb-ı Mukaddes, bu son derece hayalî izaha en ufak bir
ruhsat vermez. Bu nedenle, sözkonusu iddia kabul edilemez. İdribûhu'daki hû zamiri
müzekker (eril) iken nefs ismi (ki
burada “adam” diye çevrilmiştir) hakikatte müennes (dişil) isimdir: Buradan, idribûhu emrinin muhtemelen nefs'e işaret etmediği sonucu çıkar.
Diğer yandan, darabe fiili (kelime
anlamı “vurdu”) çok sık sembolik veya mecazî anlamda kullanılan bir fiildir.
Mesela, darabe fi'l-ard (“yeryüzünde
seyahat etti”), veya darabe'ş-şey’
bi'ş-şey’ (“bir şeyi diğer bir şey ile karıştırdı”), ya da darabe meselen (“benzetme yaptı” veya
“bir kıssa anlattı” yahut “bir tasvir yaptı”) veya ‘alâ darbin vâhidin (“aynen uygulandı” veya “aynı şekilde”) veya duribet aleyhim ez-zilleh (“onlar
aşağılanmaya uğradılar” veya “onlara aşağılanma uygulandı”) ve diğerleri gibi.
Bütün bunları gözönüne alarak, yukarıdaki Kur’an paragrafında görülen idribûhu emrinin “ona” veya “buna
uygula” diye çevrilmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim (bu şekildeki bir
kullanım ile toplumsal sorumluluk prensibine atıf yapılmaktadır). Ba‘dihâ'daki (“onun bir kısmı”) hâ müennes zamiri ise, öncesindeki en
yakın müennes isim ile ilgilidir -yani, öldürülen nefis (kişi) ile veya üzerinde (fîhâ)
toplumun anlaşmazlığa düştüğü cinayet olayının kendisi ile. Böylece, idribûhu bi-ba‘dihâ tabirinin en uygun
karşılığı, “bu [prensib]i bu gibi [çözümlenmemiş cinayet olay]larından bazısına
uygulayın” olmalıdır: Çünkü, açıktır ki, bilinmeyen şahıs veya şahıslar
tarafından işlenen cinayetteki toplumsal sorumluluk prensibi, bu tür bütün
durumlara değil, yalnızca bazılarına tatbik edilebilir.
58
Lafzen, “Allah ölüye hayat verir ve size ayetlerini gösterir” (yani, O,
iradesini bu tür mesajlar veya emirler vasıtasıyla gösterir). “O ölüye hayat
verir” sembolik ifadesi, hayatların korunmasına
işaret eder ve
5:32'dekine
benzer bir muhteva taşır. Bu bağlamda, ister ferdî intikam olayları sonucu
olsun, isterse yalnızca belirsiz bir şüpheye ve belki de haksızlığa yol açan
ikinci dereceden delillere dayalı hatalı bir hukukî sürecin sonucu olsun, kan
dökülmesine ve masum kişilerin öldürülmesine mani olmaya işaret eder (Menâr I,
351).
59 Bu
atfın izahı için bkz.
7:143.
“Kayalardan ırmakların fışkırması” veya “suyun çıkması” benzetmesi, tam aksini, yani, kuraklığı ve cansızlığı tasvir
eder ve böylece, Kur’an'ın İsrailoğulları'na yönelttiği ruhsal çoraklık
ithamına bir atıfta bulunur.
60
Burada Müslümanlara hitap edilmektedir. İslam'ın ilk döneminde özellikle o
zamanlar çok sayıda Yahudinin yaşadığı Medine'ye hicretten sonra Müslümanlar,
Yahudilerin, tevhidî inançlarından dolayı Kur’an mesajına ilk koşacaklar
arasında bulunacaklarını bekliyorlardı. Bu, hayal kırıklığı ile sonuçlanan bir
beklenti oldu. Çünkü Yahudiler, kendi dinlerini sadece İsrailoğullarına adanmış
bir çeşit ulusal miras olarak kabul ediyorlar ve yeni bir vahyin gereğine -veya
olabilirliğine- inanmıyorlardı.
61
Karş. Yeremya xxxiii,
26
-“Yaşayan Tanrının sözlerini değiştirdiniz”.
62
Lafzen, “Rabbinizin önünde” (veya “katında”). Müfessirlerin çoğuna (örneğin,
Zemahşerî, Beğavî ve Râzî) göre, “Rabbiniz” ibaresi burada “Rabbinizin
vahyettiği”, yani İsrailoğulları'nın “kardeşleri arasından” bir peygamber
geleceği şeklindeki Kitâb-ı Mukaddes'in haberi karşılığında kullanılmıştır ve
bundan dolayı yukarıdaki ifade, Yahudilerin kendi kitaplarına dayanarak ilzam
edilebileceklerine işaret etmektedir. (Bkz. aynı zamanda yukarıda
33.
not.)
63
Burada Tevrat'ın.
64
Burada Kitâb-ı Mukaddes'in metnini tahrif etmekten ve böylece onların cahil
izleyicilerini yanıltmaktan sorumlu tutulan alimler kasdedilmektedir. “Az
kazanç”, onların sözde “seçilmiş toplum” olarak kapıldıkları üstünlük
duygusudur.
65
Yaygın Yahudi inancına göre, İsrailoğulları'ndan günahkarlar bile öteki dünyada
sadece çok sınırlı bir ceza görecekler ve “seçilmiş toplum”a mensup olmaları
sebebiyle cezaları çabucak kaldırılacaktır: Bu, Kur’an'ın reddettiği bir
inançtır.
66
Bundan önceki pasajlarda İsrailoğulları'na, kendilerine bahşedilen üstünlükler
hatırlatılmıştı. Şimdi ise Kur’an onlara, doğruluk ve dürüstlük yolunun apaçık
sosyal ve ahlakî emirler vasıtasıyla kendilerine gösterildiği gerçeğini
hatırlatmaktadır: ve bu uyarı, doğrudan doğruya, insanın öteki dünyadaki
durumunun, hangi soydan geldiğine değil, sadece bu dünyada nasıl bir hayat
sürdürdüğüne bağlı olduğu yargısından çıkarılmaktadır.
67
Bkz. yukarıdaki
34.
not.
68
Tevrat, İsrailoğulları'nın dikbaşlılığına ve inatçı isyankarlığına dair birçok
atıflar içermektedir -Mesela, Çıkış xxxii,
9;
xxxiii,
3;
xxxiv,
9;
Tesniye ix,
6-8,
23-24,
27.
69 Bu,
Hz. Peygamber'in hicreti sırasında Medine'de var olan şartlara bir atıftır.
İslam'dan önceki dönemde Medine'nin iki Arap kabilesi -Evs ve Hazrec- sürekli
birbirleriyle savaş halindeydiler; ve orada yaşayan üç Yahudi kabilesinden
-Benî Kaynukâ‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza- ilk ikisi Hazrec'in müttefiki
olduğu halde üçüncüsü Evs'in müttefiki idi. Böylece, yaptıkları savaşlarda
Yahudiler, müşrikler ile ittifak halinde öteki Yahudileri öldürüyorlardı
(“birbirleriyle günah ve nefrette yardımlaşarak”): Bu, Hz. Musa'nın Şeriatı'na
göre iki misli ağır suç idi. Ancak yine de o şeriata uyarak birbirlerinden
aldıkları esirleri sonradan fidye karşılığı serbest bırakıyorlardı. Kur’an'ın
sonraki cümlede işaret ettiği açık tutarsızlık işte budur.
70
Lafzen, “ve ondan sonra öteki [bütün] peygamberlerin onu takib etmesini
sağladık”: Yahudilere ardarda sürekli olarak peygamber gönderildiği gerçeğine
(bkz. Taberî, Zemahşerî, Râzî, İbni Kesîr) bir gönderme ki, bu gerçek onların
elinden bilgisizlik mazeretini de almaktadır.
71 Rûhu'l-Kudüs'ün (kelime anlamıyla,
“kutsallık ruhu”) bu karşılığı, rûh teriminin
Kur’an'da sık sık “ilahî ilham” anlamında kullanılmasına dayanmaktadır. Aynı
zamanda Hz. Peygamber'in, ashâbdan şair Hassân b. Sâbit'e Rûhu'l-Kudüs nimeti bahşedilmesi için duada bulunduğu rivayet
edilmiştir (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî). Aynı şekilde Kur’an da, bütün müminlerin O'ndan (gelen) bir
“ilham (rûh) ile
güçlendirildikleri”nden söz eder (58:22).
72
Lafzen, “Ve bir kısmını öldürüyorsunuz”. Bu ayet boyunca gözlenen geçmiş zaman
kipinin taktulûn (“siz
öldürüyorsunuz”) fiili ile şimdiki zaman kipine dönüşmesiyle bu konudaki
bilinçli bir niyetin ve böylece, Ahd-i Cedîd'in de (Matta xxiii,
34-35,
37 ve
I Selaniklilere Mektup ii,
15)
işaret ettiği Yahudi tarihinin sürekli tekrarlanan bir özelliğinin vurgulanması
amaçlanmaktadır (Menâr I,
377).
73
Lafzen, “kalplerimiz (bilgi) mahfazalarıdır”. Yahudilerin, zaten sahip
oldukları dinsel bilgiden dolayı başka ilave bir öğretiye ihtiyaçları olmadığı
şeklindeki böbürlenmelerine bir işaret (İbni ‘Abbâs'dan naklen İbni Kesîr;
benzer bir açıklama Taberî ve Zemahşerî tarafından da zikredilmiştir).
74
Yani, onların bütün inançları bizâtihî kendileri ve Allah katında sahip
olduklarını iddia ettikleri sözde “imtiyazlı” statü üzerinde odaklanmıştır.
75 Yani,
Allah'ın vahyini İsrail soyundan olmayan birine, bu özel durumda, Arap bir
Peygamber olan Muhammed (s)'e indirmesini kıskanarak.
76
Onların bizzat kendilerine
vahyedilmiş olana, yani, Hz. Musa Şeriatı'na iman ettikleri şeklindeki
iddialarına bir atıf; ki o şeriatta, değil peygamberlerin, herhangi bir suçsuz
insanın bile öldürülmesi yasaklanmıştır. Ayrıca bkz.
61 ve
87.
ayetlerin bitiş cümleleri ve ilgili dipnotlar.
77
Onların bu sözleri fiilen telaffuz
etmedikleri açıktır; ancak sonraki davranışları yukarıdaki mecazî ifadeyi
teyid etmektedir.
78
Lafzen, “hakikati inkar etmelerinden dolayı kalplerine buzağı
yerleştirilmiştir”: Yani, öncekiler Hz. Musa'nın teklif ettiği hakiki mesajdan
uzaklaştıktan sonra “altın buzağı” ile sembolize edilen maddî nesnelere
tapınmaya başladılar.
79
Cennetin yalnızca İsrailoğullarına özgü olduğu şeklindeki Yahudi inancına bir
atıf (karş. bu surenin
111.
ayeti).
80
Birçok sahih Hadise göre, Medine Yahudilerinden bazı bilginler Cebrail'i
“Yahudilerin düşmanı” olarak tanımlıyorlardı. Bunun üç sebebi vardı: birincisi,
Yahudi tarihinin ilk dönemi boyunca başlarına gelen bütün felaket haberlerinin
Cebrail tarafından kendilerine aktarıldığını düşünüyorlardı, böylece Cebrail
onların gözünde bir “kara haberci” oldu (güzel haberlerin taşıyıcısı ve bu
nedenle kendilerinin “dost”u olarak gördükleri Mikail'in tersine); ikincisi,
Muhammed (s)'e mesajı getirenin Cebrail olduğunun Kur’an'da defalarca
tekrarlanmasıydı, halbuki Yahudiler yalnızca İsrail soyundan gelen birinin
ilahî vahye mazhar olabileceğini düşünüyorlardı; ve üçüncü olarak, Cebrail
aracılığıyla vahyedilmiş olan Kur’an'ın bazı Yahudi inanç ve davranışlarının
şiddetli eleştirileriyle dolu olması ve onları Hz. Musa'nın hakiki mesajına karşı olmakla itham
etmesiydi. (Bu Hadislerin ayrıntıları için bkz. Taberî, Zemahşerî, Beğavî,
Râzî, Beydâvî, İbni Kesîr.) Ayet
97'deki
mâ beyne yedeyhi ifadesini “önceki
çağlarda indirilenler/geçmiş vahiylerden bugüne kalmış olanlar” şeklinde
çevirmem hakkında bkz. sure
3, not
3.
81
Burada işaret edilen ilahî kelâm Tevrat'tır. Yahudiler, Tesniye xviii,
15,
18'de
yer alan Arap Peygamber'in geleceği haberini (bkz. yukarıda not
33)
gözardı etmek suretiyle Hz. Musa'ya bahşedilen vahyin tümünü reddetmiş oldular
(Zemahşerî; ayrıca Menâr I,
397'de
Abduh).
82
Burada “şeytanca niyetler taşıyan kimseler” olarak çevrilen eş-şeyâtîn ibaresi, Taberî, Râzî vb.
tarafından belirtildiği gibi, insanlara işaret etmektedir; ama aynı zamanda
insanın kalbindeki şeytanî ve gayriahlakî dürtülere de işaret ediyor olabilir
(bkz. bu surenin
14.
ayeti ile ilgili not
10).
Yukarıda tire içindeki ifade, Kitâb-ı Mukaddes'deki Hz. Süleyman'ın puta tapma
suçu işlediği ifadesinin (bkz. I Krallar xi,
1-10)
ve o'nun halk arasında kendi adıyla özdeşleşen sihirbazlık sanatının mucidi
olduğu efsanesinin Kur’an tarafından reddedildiğini göstermektedir.
83 Bu
“beyan”, mecazî olarak, insanın her türlü sihir teşebbüsünü reddetme ahlakî
yükümlülüğü altında olduğunu dile getirir; çünkü sihir -ister başarılı isterse
başarısız olsun- Allah tarafından konulan tabii düzeni değiştirmeyi amaçlar.
Hârût ve Mârût isimlerine gelince, Kur’an'ın çoğu kıraatı onu melekeyn (“iki melek”) olarak telaffuz
eder; ama sahih rivayetlere göre (bkz. Taberî, Zemahşerî, Beğavî, Râzî vb.) Hz.
Peygamber'in seçkin dostlarından İbni ‘Abbâs ve sonraki kuşaktan birçok alim
-mesela, Hasan Basrî, Ebu'l-Esved ve Dehhâk- onu melikeyn (“iki kral”) olarak kıraat etmişlerdir. Ben de şahsen bu
ikinci kıraati tercih ederim. Ama diğeri çoğunluk tarafından kabul edildiğinden
burada onu esas aldım. Bazı müfessirler, iki kıraatin hangisi kabul edilirse
edilsin, onun mecazî anlamıyla, yani, “iki muktedir kişi”, yahut “iki ruhanî
kişi” şeklinde anlaşılması gerektiği görüşündedirler: onlar bu görüşlerinde,
İbni ‘Abbâs'ın, Hârût ve Mârût'un “Babil'de sihirbazlıkla uğraşan iki kişi”
oldukları şeklindeki kanaatine dayanıyorlardı (bkz. Beğavî, ayrıca Menâr I,
402).
Her ne olursa olsun şurası kesindir ki, Babil, eski zamanlardan beri efsanevî
Hârût ve Mârût kişilikleri -belki krallar- ile sembolize edilen sihir sanatının
ana yurdu olarak ünlenmişti; işte Kur’an'ın her türlü sihir ve göz boyama
teşebbüsünü ve genel olarak her türlü esrarengiz ilimlerle uğraşmayı kınamak
amacıyla işaret ettiği efsane budur.
84
Yukarıdaki pasaj, kabaca “sihir” olarak tanımlanan esrarengiz olguda objektif
bir gerçeklik olup olmadığını veya buna başvuranların kendi kendini kandırma
(self-deception) içinde bulunup bulunmadıklarını sorgulamaz. Burada maksat,
olayların seyrini -en azından buna teşebbüs eden kişinin zihninde- “tabiat-üstü”
bir mahiyet taşıyan araçlarla etkilemeye çalışmanın manevî bir suç olduğu ve
bunu yapanların ruhsal konumlarında çok ciddî zararlar ile sonuçlanacağı
konusunda insanı uyarmaktan başka bir şey değildir.
85 İlk
bakışta Hz. Peygamber'in çağdaşlarına yönelik olan bu tavsiye, Kur’an'da çok
sık rastlandığı gibi, aslında ona yol açan tarihsel şartların ötesine uzanan
bir muhteva taşımaktadır. Ashâb'a, Hz. Peygamber'e saygı ile yaklaşmaları ve
kişisel istek ve beklentilerini o'nun aracılığıyla vahyedilen iman esaslarına
tâbi kılmaları emredilmiştir: ve bu talimat, her mümin için ve her dönemde
geçerliliğini korumaktadır.
86
Yani, vahyi, ki o en büyük hayırdır. Burada işaret edilen, Yahudilerin ve
Hristiyanların vahyin kendileri dışında herhangi bir topluma
bahşedilebileceğini kabul etmekteki isteksizlikleridir.
87 Bu
pasajda ortaya konulan prensip -Kitâb-ı Mukaddes öğretisinin, yerini Kur’an'ın
getirdiği öğretiye bırakması- birçok Müslüman alimin yanlış yorumlarına sebep
olmuştur. Bu bağlamda kullanılan âyet (“mesaj”)
kelimesi, aynı zamanda Kur’an'ın bir “hükmü”nü ifade etmek için de
kullanılmaktadır (çünkü bu hükümlerin her biri bir mesaj taşır). Âyet terimini bu sınırlı anlamda alan
bazı alimler, yukarıdaki pasajdan, Kur’an'ın bazı ayetlerinin vahiy tamamlanmadan
önce Allah'ın talimatı ile “nesh” edildiği (yürürlükten kaldırıldığı) sonucunu
çıkarmaktadırlar. Bu iddianın -ki, yazdıklarını tashih için ikinci defa okurken
bazı bölümleri atan veya başkaları ile değiştiren herhangi bir yazarı akla
getirmektedir- saçmalığının yanısıra, Kur’an'ın herhangi bir ayetinin “nesh”
edilmiş olduğunu bildiren tek bir sahih Hadis bile bulunmamaktadır. Sözde “nesh
doktrini”nin temelinde bazı eski müfessirlerin Kur’an'ın bir pasajını diğeri
ile uzlaştırmadaki yetersizlikleri yatmaktadır: Sözkonusu ayetlerden birinin
“neshedildiği” yargısına vararak altından kalkılmaya çalışılan bir yetersizlik.
Bu keyfî değerlendirme, “nesh doktrini”nin taraftarları arasında kaç Kur’an
ayetinin ve hangilerinin neshedildiği, ayrıca bu sözde nesih ile, sözkonusu ayetin Kur’an'ın tertîbinden tamamen çıkarıldığı mı yoksa yalnızca o ayet ile
konulan özel hükmün veya beyanın mı iptal edildiği konusunda neden hiçbir görüş
birliği olmadığını da açıklamaktadır. Kısacası, “nesh doktrini” hiçbir tarihsel
olguya dayanmamaktadır ve bu nedenle de reddedilmelidir. Diğer taraftan,
yukarıdaki Kur’an pasajını yorumlamadaki zahirî güçlük, âyet teriminin “mesaj” olarak anlaşılması ve bu ayetin,
Yahudilerin ve Hristiyanların Kitâb-ı Mukaddes'in yerini alan herhangi bir
vahyi kabul etmediklerini ifade eden önceki pasaj ile bağlantılı olarak
okunması halinde derhal ortadan kalkar: çünkü onu bu şekilde okumamız halinde,
neshin, bizzat Kur’an'ın herhangi bir bölümü ile değil, sadece geçmiş ilahî
mesajlar ile ilgili olduğunu görürüz.
88
Lafzen, “her kim imanı, hakikati inkarla değiştirirse” -yani, her kim Kur’an
mesajının gerçekliğinin derunî kanıtını kabul etmez ve bunun yerine, onun ilahî
kaynaklı oluşunun somut şekilde isbatını taleb ederse (Menâr I,
416).
-“Daha önce Hz. Musa'dan istenilen şey”, İsrailoğulları'nın “Allah'ı yüzyüze
görme/Allah ile karşı karşıya gelme” istekleriydi (karş.
2:55).
Burada tarafımdan “size gönderilmiş olan elçi” olarak çevrilen ifade, lafzen, “sizin elçiniz” şeklindedir ve açık
olarak, getirdiği mesaj önceki vahiylerin yerine geçen Peygamber Muhammed (s)'e
işaret etmektedir.
89 Bu,
yukarıdaki
109.
ayet ile ilişkilidir: “Kendilerini önceki vahye bağlı sayanların çoğu ... sizi
yeniden hakikati inkara döndürmek isterler” vd.
90
Lafzen, “delilinizi getirin” -yani, “kendi kitaplarınızdan”.
91
Lafzen, “kim yüzünü Allah'a teslim eder”. Kişinin yüzü, bedeninin en anlamlı
parçası olduğundan klasik Arapça'da insanın bütün kişiliğini yahut bütün
benliğini göstermek için kullanılırdı. Kur’an'da defalarca tekrarlanan bu
ifade, İslâm'ın mükemmel bir tanımını
vermektedir -ki, esleme (“kendini
teslim etti”) kök-fiilinden türetilmiş olan bu kelime “kendini (Allah'a) teslim
etmek” anlamına gelir: ve Kur’an'ın tümünde islâm
ve müslim terimleri bu anlamda
kullanılmışlardır. (Bu kavramın geniş bir tartışması için, bkz. müslim ifadesinin vahiy kronolojisinde
ilk defa kullanıldığı yer olan
68:35
ile ilgili dipnot.)
92
Böylece Kur’an'a göre kurtuluş, herhangi bir özel “zümre”ye tahsis edilmiş
olmayıp Allah'ın birliğini kavrayan, kendini O'nun iradesine teslim eden ve
dürüst şekilde yaşamak suretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran
herkese açıktır.
93 Bu
ifade, yalnız kendi zümrelerine mensup olanların öteki dünyada Allah'ın
rahmetine mazhar olacaklarını iddia eden herkese işaret etmektedir.
94
Başka bir deyişle, “Allah, (onların inançlarındaki) doğruları tasdik edecek ve
(ondaki) yanlışların yanlışlığını da gösterecektir” (Muhammed Abduh, Menâr I,
428'de).
Kur’an, sürekli olarak, ilahî vahye dayanan bütün inançlarda büyük bir hakikat
payı bulunduğunu ve sonraki farklılıkların onların “kuruntu”larının (2:111) ve
asıl öğretilerin zamanla tahrif edilmiş olmasının eseri olduğunu ifade eder.
(Bkz. ayrıca
22:67-69.)
95
Bazı özel düzenlemeleri ile ne kadar çok uyuşmazlık içinde olunsa da Allah
inancını temel eksen olarak kabul eden her dine tam saygı gösterilmesi
zarureti, İslam'ın temel prensiplerinden biridir. O halde Müslümanlar, ister
cami, isterse kilise ya da havra olsun, Allah'a adanmış bütün ibadet mahallerini
korumak ve onlara saygı göstermekle yükümlüdürler (karş.
22:40'ın
ikinci paragrafı); ve başka bir inancın mensuplarını kendi inançlarına göre
Allah'a ibadet etmekten alıkoyma teşebbüsleri Kur’an tarafından kutsallığa
tecavüz fiili olarak nitelenmiş ve lânetlenmiştir. Bu prensibin çarpıcı bir
tasviri, Hz. Peygamber'in H.
10.
yılda Necran'lı bir Hristiyan heyetine karşı davranışında örneklenmiştir. Her
ne kadar Hz. İsa'yı “Allah'ın oğlu” ve Hz. Meryem'i “Allah'ın annesi” olarak
kabul etmeleri İslamî inançlarla temelden çatışıyor idiyse de onlara Hz.
Peygamber'in mescidine serbestçe girme izni verilmişti ve o'nun kesin rızası
ile orada kendi dinî ayinlerini ifa etmişlerdi (bkz. İbni Sa‘d I/1,
84
vd.).
96
Yani, Allah, lafzî veya mecazî anlamda “çocuk” sahibi olma gerekliliğinde (veya
mantıkî olabilirliğinde) ifadesini bulan benzeri her türlü eksiklikten
münezzehtir. Sübhâne ifadesi
-özellikle Allah için kullanılmaktadır- O'nun herhangi bir noksanlıktan ve ne
kadar hafif olursa olsun, yaratılmış bir varlık veya nesne ile herhangi bir
benzerlikten mutlak uzaklığını ifade eder.
97
Yani, kendilerine peygamberler tarafından iletilen mesajlarda mündemiç olan
hakikati idrak edemeyen, ama bu mesajların gerçekten Allah'tan geldiğini teyid
edecek mucizevî bir “tezahür” üzerinde ısrar eden ve böylece o mesajlardan
nasiplenmeyi başaramayan insanlar. Bu ayet, açık bir şekilde yukarıdaki
108.
ayet ile ve dolayısıyla Yahudi ve Hristiyanların Kur’an'ın mesajına karşı
yaptıkları itirazlar ile ilişkilidir. (Bkz. ayrıca
74:52,
not
29.)
98
Yahut; “onu tam anlamıyla bizzat uygulayanlar” -yani, onun anlamına nüfûz
etmeye ve manevî yapısını anlamaya çalışanlar.
99
Bkz.
2:48.
Bu tenbih, yukarıdaki bağlamda, özellikle Yahudilerin, Hz. İbrahim soyundan
gelmelerinin Hesap Günü kendilerini “kurtaracağı” yolundaki inançlarına işaret
etmektedir -müteakip ayetle reddedilen bir inanç.
100
Klasik müfessirler, bu buyrukların (kelimât,
lafzî anlamı “kelimeler”) neler oldukları konusunda birçok spekülasyona
başvurmuşlardır. Ancak Kur’an onları belirlemediği için, burada kasdedilenin,
sadece Hz. İbrahim'in Allah'tan aldığı her buyruğa tam bir teslimiyet içinde
uyması olduğunu kabul etmek zorundayız.
101 Bu
pasaj, önceki iki ayet ile bağlantılı olarak okunduğunda, Allah tarafından
“insanların önderi” kılınan Hz. İbrahim'in soyundan gelmeleri sebebiyle
“Allah'ın seçilmiş halkı” olduklarına inanan İsrailoğulları'nın bu iddiasını
reddeder. Kur’an, Hz. İbrahim'in yüce konumunun, fiziksel olarak o'nun soyundan
gelenlere ve hele onların içindeki günahkarlara kendiliğinden benzer bir konum
kazandırmayacağını açıklığa kavuşturur.
102
Burada kasdedilen Mâbed (el-beyt)
-kelime anlamıyla, “[İbadet] Ev(i)”- Mekke'de bulunan Kâbe'dir. Kur’an'ın başka
yerlerinde ondan “Eski Mâbed” (el-beytu'l-‘atîk)
ve sık sık da “Dokunulmaz/Kutsal İbadet Evi” (el-mescidu'l-harâm) olarak
söz edilmiştir. Kâbe'nin prototipinin Hz. İbrahim tarafından Tek Allah'a adanan
ilk Mâbed olarak (bkz.
3:96)
inşa edilmiş olduğu ve bu nedenle bütün Müslümanlar için bir kıble ve yıllık olarak tekrarlanan hacc'ın hedefi olarak seçildiği rivayet
edilir. Ayrıca İslam öncesi dönemlerde bile Kâbe'nin, kişiliği ile her zaman
Arap düşüncesinin ön saflarında yer almış olan Hz. İbrahim'in hatırası ile
özdeşleşmiş olduğu kaydedilmektedir. Çok eski Arap geleneklerine göre, Hz.
İbrahim'in Sâra'yı teskin etmek için Mısırlı cariyesi Hâcer'i ve ondan olan
çocuğu Hz. İsmail'i Kenan'dan getirdikten sonra bıraktığı yer, işte sonradan
Mekke olarak bilinen bu yerdi. Deve sırtındaki bir bedevî için (ki Hz. İbrahim
de onlardan biri idi) yirmi veya hatta otuz günlük bir yolculuğun hiçbir zaman
olağan dışı bir şey olmadığı gözönüne alınırsa bu imkansız değildir. Tevrat'ta
(Tekvîn xii,
14)
Hz. İbrahim'in Hâcer'i ve Hz. İsmail'i terk ettiği yerin “Birşebe kırları”
(yani, Filistin'in en güney ucu) olduğu şeklindeki ifade, ilk bakışta
Kur’an'daki bilgi ile çelişmektedir. Ancak, eski kentli Yahudiler için “Birşebe
kırları” teriminin Filistin'in güneyindeki Hicaz da dahil bütün çöl alanlarını
kapsadığını gözönüne alırsak bu zahirî çelişki ortadan kalkar. Hâcer ve Hz.
İsmail, terk edildikleri yerde şimdi Zemzem Kuyusu olarak bilinen su kaynağını
keşfettikten sonra daimi olarak oraya yerleştiler. Güney Arabistan'ın (Kahtanî)
Curhum kabilesine mensup bir bedevî aileler grubunun zamanla oraya yerleşmesini
teşvik eden, belki de bu su kaynağı olmuştu. Hz. İsmail, sonradan bu kabileye
mensup bir kızla evlendi ve böylece musta‘ribe
(“Araplaşmış”) kabilelerin atası oldu -onlar İbranî bir baba ile Kahtanî bir
anneden gelmeleri sebebiyle böyle adlandırıldılar. Hz. İbrahim'e gelince, onun
Hâcer'i ve Hz. İsmail'i sık sık ziyaret ettiği rivayet edilmiştir. İşte bu
peryodik ziyaretlerinden birinde Hz. İsmail'in de yardımıyla Kâbe'nin ilk
binasını inşa etmişti. (İbrahimî geleneğin daha detaylı açıklamaları için bkz.
Sahîh-i Buhârî'nin Kitâbu'l-‘İlm'i,
Taberî'nin Tarîhu'l-Ümem'i, İbni Sa‘d, İbni Hişâm, Mes‘ûdî'nin Murûcu'z-Zeheb'i, Yâkût'un Mu‘cemu'l-Buldân'ı
ve diğer ilk dönem Müslüman tarihçiler.)
103
Bu, Kâbe'nin yakın civarına veya, daha büyük ihtimalle, onun çevresindeki
kutsal sahaya (haram) işaret ediyor
olabilir (Menâr I,
461
vd.). Emn (kelime anlamıyla
“emniyet”) kelimesi, bu bağlamda, bütün canlı varlıklar için bir sığınak
anlamına gelir.
104
Kâbe'nin yedi defa tavâf edilmesi,
Hacc'ın rükünlerinden biridir. Bu, sembolik olarak, bütün insan eylemleri ve
davranışlarının Allah ve O'nun birliği fikrini merkez olarak almaları
gerektiğini gösterir.
105 “Bizim soyumuzdan” ifadesi, Hz.
İbrahim'in, ilk oğlu olan Hz. İsmail'e işaret eder ve bu işaret Hz. İsmail'in
soyundan gelen Peygamber Muhammed (s)'e dolaylı bir atıftır.
106
Lafzen, “Onların içinden”.
107
Yani, “benimsediğiniz dinî rivayetlerde”. Ayrıca hatırlatmalıyız ki, bu
cümlenin başında yer alan em bağlacı,
her zaman soru anlamında (... mıdır?) kullanılmaz: bazan -ve özellikle, burada
olduğu gibi, sözdizimi yönünden önceki cümle ile bağlantısız ise- bel bağlacı (“daha çok” veya “evet,
ama”) ile benzerlik gösterir ve soru anlamı taşımaz.
108
Klasik Arapça'da, eski İbranice kullanımında olduğu gibi, eb (“baba”) terimi, sadece ebeveynden erkek olan için değil, aynı
zamanda dedeler ve hatta daha uzak atalar ile amcalar için de kullanılır; ki bu
da, Hz. Yakub'un amcası olan Hz. İsmail'in neden bu bağlamda zikredildiğini
açıklar. O, Hz. İbrahim'in oğullarının en büyüğü olduğundan o'nun ismi Hz.
İshâk'ınkinden önce gelmektedir.
109
Lafzen, “siz onların yaptıkları hakkında sorgulanmayacaksınız”. Bu ayet ve
aşağıdaki
141.
ayet, bireysel sorumlulukla ilgili temel İslamî prensibi vurgulamakta ve
soylarından dolayı “seçilmiş halk” oldukları şeklindeki Yahudi düşüncesini ve
-dolaylı olarak- Hristiyanların, Hz. Âdem'in kerem ve rahmetten mahrum kalışı
nedeniyle bütün insanlığın yüklendiğine inandıkları “ilk günah” doktrinini
reddetmektedir.
110 Hanîf ifadesi, lafzî olarak “(doğru bir
yöne veya hedefe) yöneldi” anlamındaki hanefe
fiilinden türetilmiştir (karş. Lane II,
658).
İslam öncesinde bu terim kesinlikle tevhidî bir muhtevaya sahipti ve günahdan,
dünyevî zevklerden ve bütün şüpheli inançlardan, özellikle de puta tapıcılıktan
uzak duran bir insanı tanımlamak için kullanılırdı. Tahannuf da, esas olarak İslam öncesindeki muvahhidlerin uzun
tefekkür ve ibadet anlarını kapsayan vecd hallerini gösterirdi. Hanîf ve Tahannuf terimlerinin bu anlamları ile ilgili çok sayıda örneğe
İslam öncesi şiirinde rastlanır, mesela Umeyye b. Ebî Salt ve Cîrânu'l-‘Avd'ın
şiirleri (karş. Lisânu'l-‘Arab, hanefe
maddesi).
111
Lafzen, “torunlarına” (el-esbât,
tekili sibt) -Kur’an'da öncelikle Hz.
İbrahim'in, Hz. İshâk'ın ve Hz. Yakub'un yakın soylarını ve dolayısıyla, bu
atalardan yayılan oniki kabileyi tanımlamak için kullanılan bir terim.
112
Yani, “onların tümünü Allah'ın gerçek peygamberleri olarak görürüz”.
113
Yani, peygamberliğin devamı ve insanın nihaî kurtuluşu konusundaki Allah'ın iradesi
hakkında. Yahudiler, peygamberliğin yalnız İsrailoğulları'na bahşedilen bir
imtiyaz olduğuna inanırken Hristiyanlar, Hz. İsa'nın -ki o da İsrailoğulları
soyundan gelen biriydi- Allah'ın yeryüzündeki nihaî tezahürü olduğunu iddia
ederlerdi ve bu iki zümreden her biri de kurtuluşun yalnızca kendi mensuplarına
özgü olduğunu ileri sürerlerdi (bkz.
2:111
ve
135).
Buna mukabil Kur’an, bir sonraki cümlede Allah'ın bütün insanlığın Rabbi olduğunu ve her ferdin yalnızca kendi
inançlarına ve davranışlarına bakılarak yargılanacağını vurgulamak suretiyle bu
fikirleri reddeder.
114 Esbât (burada ve
136.
ayette “onların soyundan gelenler” olarak çevrilmiştir) terimi ile ilgili
olarak bkz. yukarıdaki not
111.
Yukarıdaki sözlerde Kur’an, “Yahudilik” kavramının ‘Büyük Atalar’ (Patriarchs)
döneminden yüzyıllar sonra, hatta Hz. Musa'nın zamanından çok sonraları ortaya
çıktığı, “Hristiyanlık” ve “Hristiyan” kavramlarının da Hz. İsa zamanında
bilinmediği ve daha sonraki gelişmelerin ürünleri olduğu gerçeğine işaret
etmektedir.
115
Kitâb-ı Mukaddes'de Peygamber Muhammed (s)'in zuhuru ile ilgili habere atıf
(bkz. bu surenin
42.
ayeti hakkındaki
33.
not), ki bu haber, ‘Büyük Atalar’dan sonra gelen bütün gerçek peygamberlerin
İsrailoğulları'na mensup olduğu şeklindeki Yahudi-Hristiyan iddiasını
kesinlikle yalanlar.
116
Peygamberliğinden önce ve risaletinin Mekke döneminin başlangıç yıllarında
Muhammed (s) -ve o'nunla birlikte olanlar- namazlarında Kâbe'ye doğru
yönelirlerdi. Bu, belli bir vahiy tarafından tavsiye edilmiş değildi, ama
açıkçası Kâbe'nin -o dönemde İslam öncesi Arapların taptıkları çeşitli putlarla
dolu olmasına rağmen- o zamana kadar Tek Allah'a adanmış ilk Mâbed olarak
görülmesinin bir sonucu idi (karş.
3:96).
Hz. Peygamber, Kudüs'ün -tevhîd inancının öteki kutsal merkezi- yüceliğinin
farkında olduğundan, kural olarak, Kâbe'nin güney duvarının önünde durup kuzeye
doğru namaz kılardı ki hem Kabe'yi hem de Kudüs'ü karşısına alabilsin.
Medine'ye hicretinden sonra kuzeye doğru, yalnız Kudüs'ü kıble edinerek namaz kılmaya devam etti. Ancak Medine'ye varışından
yaklaşık onaltı ay sonra Kâbe'yi kesin şekilde Kur’an'a tâbi olanların kıblesi olarak tayin eden vahiy (bu
surenin
142-150.
ayetleri) geldi. Böylece Kudüs'ün “terk edilmesi”, daha önce Müslümanların
kendi kutsal şehirlerine doğru namaz kılmalarından dolayı sevinç duymuş olması
gereken Medine Yahudilerini üzdü. İşte bu pasajın ilk cümlesi onlara atıf
yapmaktadır. Ancak konuya tarihsel bakış açısından yaklaşılırsa ilahî
buyruklarda kıble ile ilgili hiçbir değişiklik olmadığı görülür. Ve
142-150.
ayetler vahyedilmeden önce bu konuda hiçbir talimat da mevcut değildi. Bu
ayetlerin, esas olarak Hz. İbrahim'i ve o'nun akidesini konu alan önceki
ayetlerle mantıksal bağlantısı, daha sonraları Kâbe olarak anılmaya başlanan
Mâbedi ilk inşa edenin Hz. İbrahim olması gerçeğinde yatmaktadır.
117
Yahut: “[Hidayet bulmak] isteyeni dosdoğru bir yola ulaştırır”.
118
Lafzen, “orta bir toplum” -yani, aşırılıklar karşısında adil bir denge gözeten
ve hem zevk ve sefahatı hem de mübalağalı bir zühdü reddederek insanın
tabiatını ve imkanlarını değerlendirmede gerçekçi ve makul davranan bir
topluluk. Kur’an, sıkça tekrarladığı, hayatın her cephesinde dengeli ve ölçülü
olma çağrısı ile uyumlu olarak müminlere, hayatlarının bedenî ve maddî yönüne
çok fazla ağırlık vermemelerini öğütler; ama aynı zamanda insanın bu “bedenî
hayat” ile ilgili ihtiyaç ve isteklerinin ilahî iradenin eseri ve bu nedenle de
meşru olduğunu kabul eder. Daha ileri bir tahlilde, “dengeli ve ölçülü bir
toplum” ifadesinin insanın varoluş problemine İslamî yaklaşımı temsil ettiği
söylenebilir: ruh ile beden arasında fıtrî bir çatışma olduğu görüşünün reddi
ve insan hayatının bu ikili cephesindeki tabiî ve ilahî bütünlüğün açık bir
teyidi. İslam'a özgü olan bu dengeli davranış, doğrudan Allah'ın birliği ve
bütün hilkatin temelinde yatan amacın tekliği kavramından doğmaktadır. Böylece,
burada “dengeli ve ölçülü toplum”dan söz edilmesi, Allah'ın birliğinin bir
sembolü olarak Kâbe tema'sına uygun düşen bir giriştir.
119
Yani, “Hz. Peygamber'in size örnek olması gibi sizin hayat tarzınızın da bütün
insanlığa bir örnek olduğuna”.
120
Yani, “anlama ve kavrama (yeteneği) verdiklerinden” (Râzî). “Zor sınav” (kebîre) tanımlaması, Kur’an'da
zikredilen önceki peygamberlerin büyük çoğunluğunun öğretilerini hatırlayarak
Kudüs'e doğru namaz kılmaya alıştıkları halde Medine'ye hicretten sonra
Müslümanlardan Kâbe'ye yönelmelerinin istenmesinden doğmaktaydı -ki Kâbe o
zaman (H.
2.
yılda) müşrik Kureyşliler tarafından hâlâ sayısız putlarını adadıkları bir
Mâbed olarak kullanılmaktaydı. Buna karşılık Kur’an, gerçek müminlerin Kâbe'yi
bir kez daha kıble olarak kabul
etmekte zorlanmayacaklarını ifade eder: Müminler, Hz. İbrahim'in Mâbedini
Allah'ın birliğinin bir sembolü ve İslam'ın ideolojik bütünlüğünün bir odak
noktası olarak tesbit eden bu buyruğun gerisindeki ilahî hikmeti içgüdüsel
olarak anlayabilirler. (Bkz. ayrıca yukarıda not
116.)
121
Lafzen, “her bir işaret”i (âyet),
yani, vahyedilmiş bir buyruk olarak her bir işareti.
122
Bu, ilk bakışta, hem Kâbe'nin Hz. İbrahim'in kıblesi olduğu gerçeğine, hem de içinden bir gün Hz. “Musa gibi”
bir peygamberin çıkacağı bir “büyük millet”in atası olarak Hz. İsmail ile
ilgili Kitâb-ı Mukaddes'deki habere (Tekvîn xxi,
13 ve
18)
işaret etmektedir. Çünkü kıble ile
ilgili buyruk, Hz. İsmail'in soyundan gelen Arap Peygamber vasıtasıyla
vahyedilmişti. (İleride Peygamber Muhammed (s)'in geleceğine dair kilise
tarafından resmen tanınmış İncillerde yer alan daha bariz ihbarlar için bkz.
61:6
ve ilgili dipnotları.)
123 Lafzen,
“herkesin... bir istikameti vardır”. Hz. Peygamber'in Ashâbı ile sonraki
dönemlerde yaşamış hemen hemen bütün klasik müfessirler bunu, çeşitli dinî
topluluklara ve onların ibadetlerindeki farklı “Allah'a yöneliş” biçimlerine
bir atıf olarak görürler. İbni Kesîr, bu ayet ile ilgili yorumunda, bunun,
5:48'de
yer alan “her biriniz için [farklı] bir sistem ve [farklı] bir hayat tarzı
tayin ettik” ibaresi ile içsel bağlantısını vurgular. “Her toplumun” Allah'a
teslimiyetini ifade ederken “kendi istikametine doğru yöneleceği” ifadesi, ilk
olarak, insanın namazda Allah'a yaklaşma niyetinin çeşitli zamanlarda ve
çeşitli toplumlarda farklı biçimler aldığına (mesela, Hz. İbrahim'in kıble olarak Kâbe'yi seçmesi,
Yahudilerin Kudüs'e öncelik vermeleri, ilk dönem Hristiyan kiliselerinin doğuya
yönelmeleri ve Kur’an'ın Kâbe ile ilgili buyruğu); ikinci olarak, namazın hangi
yöne doğru kılındığının -sembolik anlamı ne kadar önemli de olsa- inancın özünü
teşkil etmediğine işaret eder; çünkü Kur’an, “gerçek erdemlilik, yüzünüzü
doğuya veya batıya çevirmeniz ile ilgili değildir” (2:177) ve “Doğu da Batı da
Allah'ındır” (2:115 ve
142)
buyurmuştur. Sonuç olarak, Kâbe'yi Müslümanların kıblesi olarak tayin eden vahiy, ne öteki itikadların mensupları
ile bir tartışmanın konusu yapılmalı, ne de onların Kur’an vahyinin
gerçekliğine inanmamaları için bir sebep teşkil etmelidir (Menâr II,
21
vd.).
124
Lafzen, “içlerinden zulme şartlanmış olanların dışında” (ellezîne zalemû yahut ellezîne
keferû gibi ifadelerde geçmiş zaman kipinin kullanılmasındaki amaç
konusunda bkz. bu surenin
6.
ayeti ile ilgili not
6).
Kur’an, Müslümanların Hz. İbrahim'in gerçek izleyicileri olduğunu defalarca
vurgular. Ancak Müslümanlar Hz. İbrahim'in kıblesi
olan Kâbe dışındaki bir yöne doğru namaz kıldıkları sürece bu iddia itiraza
açık olurdu. Kâbe'nin Kur’an'ın izleyicileri için kıble olarak tayini, böyle bir itirazı geçersiz kılacak ve
itirazcılar, yalnızca Kur’an mesajına bu bahanelerle karşı çıkarak “zulüm
yapmaya (bu örnekte hakikati saptırmak suretiyle) şartlanmış olanlar”dan ibaret
kalacaktı.
125
Lafzen, “bir şeylerle”.
126
Lafzen, “Allah'ın sembolleridir”. Mekke'de, Kâbe'nin hemen yakınında bulunan
Safâ ve Merve adındaki iki alçak kayalık tepe arasındaki sahanın, Hz.
İbrahim'in Allah'ın buyruğu ile Hâcer'i ve bebek yaştaki oğlu Hz. İsmail'i
çölde terkettiği (bkz. yukarıdaki
102.
not) ve anne Hâcer'in bundan dolayı acı ve ızdırap çektiği mekan olduğu rivayet
edilir. Susuzluktan kıvranan ve çocuğunun hayatından endişeye kapılan Hâcer,
iki kaya arasında koşup duruyor ve yardım için Allah'a yalvarıyordu. Sonunda
Hâcer'in Allah'a güveni ve sabrı, hem kendisini hem de çocuğunu susuzluktan
ölmekten kurtaran bir su kaynağının -bugüne kadar gelen ve Zemzem Kuyusu diye
bilinen suyun- keşfiyle mükafatlandırıldı. Hâcer'in bu şiddetli imtihanının ve
Allah'a güveninin anısıyla Safâ ve Merve, İslam öncesi zamanlarda bile imanın
ve sıkıntılara göğüs germenin sembolleri olarak görülmeye başlandı: ve bu
özellik, Safâ ile Merve'nin neden sabır ve Allah'a güven erdemlerini konu alan
ayetler içinde zikredildiğini de açıklamaktadır (Râzî).
127
Hâcer'in Safâ ile Merve arasında endişe içinde koşuşturmasının anısına
hacıların da bu iki tepecik arasında hızlı adımlarla yedi defa gidip gelmeleri
istenir. İslam öncesi dönemlerde bazı putların orada dikilmiş olmasından
dolayı, bazı ilk Müslümanlar, putperestliği andıran bu dinî vecîbeyi ifada
isteksiz davrandılar (Râzî, İbni ‘Abbâs'dan naklen). Yukarıdaki ayet, bu
sembolik anma eyleminin müşrik Kureyşlilerin putperestliğinden daha eski olduğuna
işaret etmek suretiyle Müslümanları bu konuda rahatlatmayı amaçlamıştır.
128
“Kişi yapması gerekenden daha çok iyilik yaparsa” ibaresinin “...bir mahzur
yoktur” (yahut lafzî anlamıyla, “...ona bir günah yüklenmez”) cümlesi ile
birlikte zikredilmesinden, bazı büyük İslam alimleri -mesela İmâm Ebû Hanîfe-
Safâ ile Merve arasında yürümenin haccın farzlarından biri olmadığı, belki
emredilenin üstünde bir faziletli davranış olduğu sonucunu çıkarmışlardır (bkz.
Zemahşerî ve Râzî). Bununla birlikte çoğu alim, onun haccın zorunlu bir rüknü
olduğu görüşünü benimsemektedirler.
129
Lafzen, “bütün lânet edenlerin lânet edecekleri” -yani, ahlakî konularda hüküm
verebilecek bütün dürüst ve erdemli insanların. Allah'ın la‘neti, “O'nun rahmetinden kovulma” anlamına gelir (Menâr II,
50).
Klasik Arapça kullanımında lânetin ilk anlamı, ib‘âd (“dışlamak” veya “sürgün etmek”) ile aynıdır: Kur’an
terminolojisinde, “güzel olan her şeyden mahrum edilme”yi gösterir (Lisânu'l-‘Arab). İbni ‘Abbâs'a ve
sonraki neslin önde gelen birçok alimine göre, burada kasdedilen ilahî kelâm,
Kitâb-ı Mukaddes'tir; o halde yukarıdaki ayet Yahudilere ve Hristiyanlara
atıfta bulunmaktadır.
130 Bu
ayet, Kur’an'ın, “akıllarını kullananlar”a, kainatı kuşatan bilinçli, yaratıcı
bir Gücün birçok tezahürü olarak tabiatın her gün gösterdiği olağanüstülükleri
ve insanın kendi yeteneğinin ürünlerini (“denizlerde seyreden gemiler” gibi)
gözetlemeleri için yaptığı çağrılardan biridir.
131
Lafzen, “insanlar arasında [ibadet için] Allah'tan başka ortaklar edinenler”. Endâd terimi konusunda bkz. bu surenin
22.
ayeti ile ilgili not
13.
132
Lafzen, “azabı (veya “cezayı”) görecekleri zaman”.
133
Lafzen, “izlenenler” -yani azîz ve “kutsal şahsiyet” oldukları iddia edilenler.
134 Esbâb (tekili sebeb), ilk anlamıyla “bağlar” veya “bağlantılar”ı ve mecazî
anlamıyla da “(herhangi bir amaca yönelik) araçlar”ı ifade eder (karş. Lisânu'l-‘Arab; Lane IV,
1285).
Yukarıdaki bağlamda esbâb, kurtuluşa
ulaşmanın araçlarına işaret etmektedir ve bu nedenle “ümitler” olarak çevrilmiştir.
135
Lafzen, “bizim için bir geriye dönüş olsaydı”.
136
Zımnen, önlerine ikinci bir fırsat konularak bu dünyaya yeniden
döndürülmeyeceklerdir (Menâr II,
81).
137
Bu, Allah tarafından açıkça bildirilenlerden daha fazla emir ve yasağın O'na
keyfî olarak izafe edilmesine işaret etmektedir (Zemahşerî). Bazı müfessirler
(mesela, Menâr II,
89
vd.'da Muhammed Abduh) bu ifadenin kapsamına, Kur’an'da veya sahih Hadislerde
lafzen, açık olarak belirlenmediği halde bazı Müslüman alimlerin
kendiliklerinden sübjektif kıyas yöntemleri ile çıkardıkları ve sonra “Allah'ın
emirleri” diye ortaya koydukları sayısız farazî “hukukî” talimatı da dahil
etmişlerdir. Bu pasaj ile öncekiler arasındaki bağlantı açıktır.
165-167.
ayetlerde Kur’an “Allah'a ortak koşulan varlıklara inanmayı tercih edenler”den
söz etmektedir: bu, aynı zamanda, bu kimselere dinî ve itikadî mahiyette
buyruklar çıkarma hakkı izafe etmeye ve ayrıca, yalnızca geçmişten
kaynaklanması dışında bir anlamı olmayan geleneklere dinî bir geçerlilik
yüklemeye işaret eder (bkz. sonraki ayet).
138
Bu, lafzen, şu şekilde ifade edilebilecek olan vecîz (elliptic) cümlenin biraz
serbest bir çevirisidir: “Hakikati inkara şartlanmış olanların hali, çığlık ve
bağırışdan başka birşey duymayan çığırtkanın haline benzer.” Na‘ka fiili, çoğunlukla, çobanın
sürüsünü güderken çıkardığı belli bir anlamı olmayan bağırtıları tasvir etmek
için kullanılır.
139
Yani, bir puta veya azîze veya “kutsal” olduğu var sayılan herhangi bir kimseye
kurban edilmek üzere sunulan veya adanan her şeyi. Yasaklanmış et cinslerinin
daha kapsamlı bir anlatımı için bkz.
5:3.
140 Bu
terim, burada hem Kur’an'ı hem de geçmiş vahiyleri kapsayacak şekilde cins ismi
olarak kullanılmıştır.
141 Lafzen,
“indirmekte olan”. Nezzele formu,
vahiy sürecindeki tedricîlik ve sürekliliği yansıttığından en doğru şekilde
geniş zaman kipi ile çevrilebilir.
142 Lafzen,
“ilahî kelâm hakkında karşıt görüşler taşıyanlar” -yani, onun bazı bölümlerini
gizleyerek veya reddederek yahut onun ilahî kaynaklı olduğunu tamamen inkar
ederek (Râzî).
143 Böylece
Kur’an, yalnızca görünür/dış biçimlere uyum sağlamanın erdemliliğin gereklerini
yerine getirmek için yeterli olmadığı ilkesini vurgulamaktadır. Kişinin namazda
yüzünü şu veya bu yöne çevirmesine değinilmesi, biraz önce kıble konusunu ele alan ayetlerin devamıdır.
144 Birçok
müfessire göre “vahiy” (kitâb)
terimi, bu anlam örgüsü içinde genel bir muhteva taşımakta: ve genel olarak
ilahî vahiy gerçeğine işaret etmektedir. Meleklere imanın burada
zikredilmesinin sebebi ise, Allah'ın iradesini peygamberlere ve dolayısıyla
bütün insanlığa izhar etmesinin, ğayb
âlemine, yani, insan idrakinin ötesindeki bir gerçeklik alanına ait olan bu
ruhsal varlıklar veya güçler aracılığıyla gerçekleştirilmesindendir.
145 İbnu's-sebîl (lafzen, “yolun oğlu”) ifadesi,
evinden uzakta olan herhangi bir kimseyi ve özellikle, bu durumdan dolayı geçim
için yeterli imkana sahip bulunmayan kişiyi gösterir (karş. Lane IV,
1302).
Daha geniş anlamda ise, herhangi bir sebepten dolayı geçici veya sürekli olarak
evine dönemeyen kimseleri, mesela politik sürgün veya mültecileri ifade eder.
146 Rakabe (çoğulu rikâb), lafzî olarak, kişinin “boyun”unu ifade eder ve aynı zamanda
bir insanın bütün kişiliğini anlatır. Mecazî olarak fi'r-rikâb ifadesi, “insanları zincirlerinden kurtarmak yolunda”
anlamına gelir ve hem esirleri fidye karşılığı bırakmayı hem de köleleri
özgürlüklerine kavuşturmayı ifade eder. Kur’an, bu tür harcamaları erdemliliğin
temel şartları arasına dahil etmek suretiyle insanları zincirlerinden
kurtarmanın -ve böylece köleliği ilga etmenin- İslam'ın sosyal amaçlarından
biri olduğuna işaret eder.
Kur’an'ın
nüzulü döneminde kölelik, bütün dünyada yerleşik bir kurum idi ve onun
birdenbire ilga edilmesi ekonomik olarak imkansızdı. Bu zorluğu aşabilmek ve
aynı zamanda köleliğin nihaî olarak tamamen ortadan kaldırılmasını sağlamak
amacıyla Kur’an,
8:67'de,
artık yalnızca haklı bir savaşta (cihâd)
alınan esirlerin köle olarak tutulabileceklerini emreder. Ama bu yolla veya
-8:67'nin nüzulünden önce- başka herhangi bir şekilde köle edinilmiş kişiler
için bile Kur’an, köleleri salıvermedeki büyük erdemi vurgular ve onu çeşitli
günahlar için bir kefaret aracı kılar (bkz. mesela,
4:92,
5:89,
58:3).
Ayrıca Hz. Peygamber, insanları kölelikten şartsız olarak kurtarmanın, Allah
katında bir Müslümanın ifa edebileceği en övgüye değer fiil olduğunu çeşitli
vesilelerle vurgulamıştır. (Bu sorunla ilgili bütün sahih Hadislerin kritik bir
tartışması ve analizi için bkz. Neylu'l-Evtâr
VI,
199
vd.)
147 Kur’an,
gerçek erdemliliğin sadece görünür/dış biçimlere ve törenlere sarılmaktan
geçmediğini vurguladıktan sonra burada insanın davranış problemi ile ilgili
yeni bir sayfa açmaktadır.
Nasıl
ki erdemlilik, doğru ve yararlı eylemler olmaksızın bir anlam ifade etmezse,
bireysel dürüstlük de, topluluk içinde bireylerin sosyal hakları ve
sorumlulukları ile ilgili, başka bir deyişle, bireyin toplum içindeki
davranışlarını ve toplumun bireye ve eylemlerine karşı tavrını yönlendirmesi
gereken pratik yasalar ile ilgili bir
anlaşma olmadıkça sosyal anlamda gerçek bir etkinlik kazanamaz.
Yasal
düzenlemelerin İslam öğretisinde bu kadar önemli bir rol oynamasının ve
Kur’an'ın ahlakî ve ruhî öğütlerini sürekli olarak sosyal hayatın pratik
alanlarına ilişkin buyruklarla örmesinin gerçek sebebi budur. Şimdi herhangi
bir toplumun karşı karşıya kaldığı en önemli problemlerden biri, üyelerinin
hayatını ve bireysel güvenliğini korumaktır; o halde öldürme ve bunun cezası
ile ilgili yasaların burada ağırlıklı olarak ele alınması, anlaşılabilir bir
sebebe dayanmaktadır. (Akıldan çıkarılmamalıdır ki “Bakara Suresi” Medine'de,
yani Müslüman toplumun bağımsız bir sosyal birim olarak henüz yeni kurulduğu
bir dönemde nazil olan ilk suredir.)
Yukarıdaki
ayetin başında geçen kısâs (adil
karşılık) terimine gelince, işaret etmeliyiz ki bu terim -bütün klasik
müfessirlere göre- musâvat ile hemen
hemen eş anlamlıdır: yani, “bir şeyi (başka bir şeye) eşitlemek”; bu örnekte
cezayı suça eşitlemek (veya uygun hale getirmek) -ki en doğrusu “adil karşılık”
(İngilizcede “just retribution”) olarak çevrilebilir, yoksa (sıkça ve yanlış
bir şekilde çevrildiği gibi) “misilleme” (İngilizcede “retaliation”) olarak
değil. Kur’an'ın burada genel olarak “öldürme olayları”nı (fi'l-katlâ, lafzen, “öldürülme halinde”) ele aldığını görerek ve bu
ifadenin bütün muhtemel cinayet olaylarını -taammüden öldürme, aşırı tahrik
altında öldürme, ihmal sonucu öldürme, kazaen öldürme vb.- kapsadığı gözönüne
alındığında, bir hayata karşılık başka bir hayatı almak (“misilleme” teriminde
ifadesini bulan olgu), her olayda adaletin gereklerine uygun düşmeyebilirdi.
(Bu, mesela bir kasda dayanmayan öldürme olaylarında yasal tazminat konusunun
ele alındığı
4:92'de
açıklığa kavuşturulmuştur.)
Bu
pasajın girişindeki “kısas” terimi ile bağlantılı olarak okunduğunda, “hür için
hür, köle için köle, kadın için kadın” şartının sınırlı, lafzî anlamıyla
alınamayacağı -ve bu niyeti taşımadığı- açıktır: çünkü bu, birçok öldürme
olaylarını, mesela bir hürün bir köle tarafından veya bir kadının bir erkek
tarafından öldürülmesini veya tersini dışarda
bırakırdı. Böylece, yukarıdaki şart, Kur’an'da çok sık rastlanılan eksiltili
ifade tarzının (îcâz) bir örneği
olarak alınmalıdır ve onun sadece bir anlamı olabilir ki o da: “eğer hür bir
adam cinayet işlerse, o hür adam cezasını görmelidir: eğer bir köle cinayet
işlerse ...” vd. şeklinde olmalıdır - başka bir deyişle, statüsü ne olursa
olsun, suçlu erkek veya kadın (ve sadece onlar) suça uygun düşen bir şekilde
cezalandırılacaktır.
148
Lafzen, “ve onun kardeşi tarafından [bir şey] bağışlanan kişiye”. Bazı
müfessirlerin yaptığı gibi, buradaki “onun” zamirini maktule izafe etmenin ve
böylece “kardeşi” ifadesi ile maktulün ailesinin veya “kan akrabaları”nın
kasdedildiğini var saymanın hiçbir dilbilimsel dayanağı yoktur. “Onun” zamiri,
kesinlikle suçlu kişiye râcidir; ve “onun kardeşi” sözü ile gerçek kardeşin kasdedildiğini varsaymak için bir sebep
bulunmadığından, burada suçlunun “din kardeşi”ne veya “dost”una işaret edildiği
sonucuna varırız- ki her iki terim de bütün bir toplumu kapsamaktadır.
Böylece,
“eğer kardeşi (yani toplum veya onun yasal organları) tarafından suçlu
kimse[nin suçundan bir bölümü] bağışlanmışsa” ifadesi, ya öldürme olayında
hafifletici şartların tesbitine yahut muhakeme safhasında olayın ihmalden
kaynaklanan ölüm veya darb sınıfına girdiği kanaatinin belirmesine işaret eder.
Bu durumlarda ölüm cezasına karar verilemez ve maktulün akrabalarına diyet (bkz.
4:92)
adı verilen bir fidyenin ödenmesi suretiyle tazmin işlemi yerine getirilir.
Bağışlama ve sabretme yönündeki müteaddit Kur’ânî tavsiyeler gözönüne
alındığında yukarıda zikredilen “bağışlama”, aynı zamanda (ve özellikle kazaen
meydana gelen durumlarda) fidye iddiasından kısmen veya tamamen feragat etmekle
de bağlantılı olabilir.
149 Lafzen,
“ve ona tazminatı güzellikle...”; ileyhi'deki zamir, bu cümlede daha önce zikredilen
“din-kardeşi”ne veya “dost”a işaret etmektedir. Edâ kelimesi (burada “tazminat ödemek” olarak çevrilmiştir) kişinin
kendini bir görevden veya bir borçtan kurtarmasını (karş. Lane I,
38) ve
burada suçlu kişiye yüklenen kanunî tazmin mükellefiyetinin yerine
getirilmesini ifade eder. Bu tazmin veya ifa “güzellikle” yapılmalıdır -
zanlının durumunun dikkate alınması ve onun da, kendi sorumluluğunu isteyerek
ve samimî olarak yerine getirmesi suretiyle (karş. Menâr II,
129).
150 Lafzen,
“bundan sonra” -yani “adil karşılık”ın (kısâs)
anlamı yukarıdaki buyrukla açıklığa kavuşturulduktan sonra (Râzî).
151 Yani,
“sizin için, toplum olarak, bir korunma vardır; böylece Allah'ın dilediği
şekilde emniyet içinde yaşarsınız”. O halde kısâs'ın
amacı, “intikam” değil, toplumun korunmasıdır.
152 Bu
cümlede geçen hayr kelimesi, sadece
“servet”i değil, “yeterli bir zenginliği” gösterir: ve bu, arkasında yeterli
bir zenginlik bırakan kimsenin, ailesinin özellikle bunu hak eden fertlerine
4:11-12'de
zikredilen şeriat tarafından belirlenmiş/değişmez paylara ilaveten -ve onların
dağıtımından önce- vasiyette bulunması gerektiği buyruğunu açıklamaktadır. Hayr'ın bu yorumu, özellikle bu ayete
istinad eden Hz. Ayşe ve Ali b. Ebî Tâlib'in sözleriyle desteklenmektedir
(karş. Zemahşerî ve Beydâvî).
153
Lafzen, “kim onu duyduktan sonra değiştirirse” -yani vârisin ölümünün ardından-
“günahı, onu değiştirenedir”: yani, bu değişiklikten bir kasdı olmaksızın yarar
görebilecek bir kimseye değil. Ayrıca kaydedilmelidir ki semi‘a (kelime anlamıyla, “işitti”) fiili, aynı zamanda, “öğrendi”
anlamına gelmektedir.
154
Lafzen, “onlar arasında” -yani, ilgili bütün tarafların ortak kararı ile
gayriadil sayılan vasiyetname hükümlerini iptal eden bir anlaşma.
155 Yani,
İslamî ay takviminin dokuzuncu ayı olan Ramazan'ın yirmidokuz veya otuz günü
boyunca (bkz. bir sonraki ayet). Bu (ibadet), şafak vaktinden gün batımına
kadar yeme, içme ve cinsel münasebetten tamamiyle uzak durmayı kapsar.
Kur’an'ın işaret ettiği gibi oruç, insanlığın bütün dinî tarihi boyunca geniş
biçimde uygulama alanı bulmuştur. İslamî orucun son derece ağır ve uzun süreli
oluşu -ki, kadın-erkek, sağlıklı her yetişkine farz kılınmıştır- ruhsal arınma
genel amacına ek olarak üç tür amacı gerçekleştirir: (1) Kur’an vahyinin
başlamasını kutlamak, ki Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden yaklaşık onüç
yıl önce Ramazan ayında vuku bulmuştu; (2) etkili bir nefs disiplini sağlamak;
ve (3) herkese, bizzat kendi tecrübesi ile açlığı ve susuzluğu tattırmak,
böylece yoksulların ihtiyaçlarının gerçek anlamını kavratmak.
156 Bu
ibare, birçok çelişkili ve bazan oldukça zorlama yorumlara maruz kalmıştır.
Benim çevirim, ellezîne yutîkûnehû
ifadesinin birincil anlamını esas
almakta (“ona muktedir olanlar” veya “onu yapabilecek olanlar” yahut “ona gücü
yetenler”) ve hû zamirinin de “yoksul
bir kişiyi besleme” fiiline râci olduğu varsayımına dayanmaktadır.
157 Bazı
müfessirler, bunun, gönüllü olarak birden fazla muhtacı doyurmaya yahut bir
muhtacı yukarıdaki emirde istenenden daha fazla gün boyunca doyurmaya işaret
ettiği görüşündedirler. Cümlenin geri kalan kısmı bu şekildeki orucun
faziletlerinden söz ettiği için, “yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik
yapma”nın, bu bağlamda, Ramazan ayındaki farz orucun dışındaki nafile oruca
(Hz. Peygamber'in de zaman zaman tuttuğu oruca) işaret etmiş olması kuvvetle
muhtemeldir.
158 Lafzen,
“idrak ederse” yahut “içinde bulunursa”.
159 Lafzen,
“kendinizi [bu konuda] zaafa kaptırdığınızı” yahut “aldattığınızı”: Bu ayetin
nüzulünden önce ilk Müslümanlar arasında yaygın olan, bütün Ramazan ayı boyunca
cinsî münasebetten, yemenin ve içmenin, helal olduğu gecelerde bile sakınılması
gerektiği şeklindeki görüşe bir atıftır (Râzî). Yukarıdaki ayet bu yanlış
anlayışı ortadan kaldırmaktadır.
160 Lafzen,
“Allah'ın sizin için emrettiğini arayın”: cinsel hayatın Allah'ın muradına
uygun tabiatına bir atıf.
161 Lafzen,
“şafağın beyaz çizgisi [gecenin] siyah çizgi(sin)den ayırd edilinceye kadar”.
Bütün Arap dilbilimcilerine göre, “siyah çizgi” (el -haytu'l-esved) ibaresi, “gecenin karanlığı”nı (Lane II,
831); el-haytân (“iki çizgi” veya “iki hat”)
ibaresi ise “gece ve gündüz”ü gösterir (Lisânu'l-‘Arab).
162 Ramazan
ayı içinde -ve bazan diğer zamanlarda da- günler ve geceler boyu mescide
kapanarak bütün dünyevî faaliyetlerden uzak bir şekilde kendisini tamamen
ibadete ve tefekküre hasretmek, Hz. Peygamber'in sünneti idi. Hz. Peygamber,
Müslümanlara da zaman zaman bunu yapmayı tavsiye ettiğinden, i‘tikâf için mescide kapanmak, özellikle
Ramazan'ın son on günü Müslümanlar arasında -ihtiyarî de olsa- kabul görmüş bir
ibadet tarzı haline gelmiştir.
163 Lafzen,
“[diğer] insanların mallarından bir bölümünü”.
164 Lafzen,
“onu hâkimlere aktarmayın” -yani, onların, haklı olanın aleyhine bir karar
verecekleri beklentisiyle (Zemahşerî, Beydâvî).
165 Bu
safhada kamerî aylara atıfta bulunulması, İslam'ın öngördüğü birçok dinî
vecîbenin yerine getirilmesinin -Ramazanda oruç tutulması yahut Mekke'ye hac
yapılması (196-203. ayetlerde ele alınmıştır) gibi- ayların güneş yılının
mevsimlerine bağlı olarak döndüğü kamerî takvime bağlanmasından
kaynaklanmaktadır. Bu dinî vecîbelerin bu şekilde kamerî takvime bağlanması,
ifa edildikleri mevsim şartlarının (mesela, şafak vakti ile günbatımı arasında
oruçlu kalınan sürenin uzunluğu, oruç veya hac vaktinin sıcağa veya soğuğa denk
gelmesi gibi) sürekli olarak değişiklik göstermesine ve böylece, taşıdıkları
zorluğun buna paralel olarak düzenli/devrî bir artış veya azalış göstermesine
yol açar. Ayrıca, kamerî aylara göre hesap yapmanın, okyanusların med ve cezir
hareketi ile ve aynı zamanda insan fizyolojisi (mesela, bu surenin daha sonraki
bölümlerinde üzerinde durulan kadınların aybaşı halleri) ile de bir ilgisi
vardır.
166 Yani,
gerçek erdemlilik, imanî meselelere “arka kapıdan” yaklaşmak, yani yalnızca
çeşitli dinî vecîbelerin ifası için konulmuş şekil ve sürelere uymaktan ibaret
değildir (karş.
2:177).
Bu şekil ve süre sınırlamaları, kendi başlarına ne kadar önemli de olsalar, her
eyleme onun ruhsal “giriş kapısı”ndan, yani Allah'a karşı sorumluluk bilinci
duyarak yaklaşılmadıkça, gerçek hedeflerine ulaşmış olamazlar. Bâb (“kapı”) kelimesi, mecazî olarak
“bir şeye nüfûz etmenin, yahut ona ulaşmanın yolları”nı gösterdiğinden (bkz.
Lane I,
272),
“bir eve (ön) kapısından girme” mecazı, klasik Arapça'da çoğunlukla bir
probleme doğru yaklaşımı anlatmak için kullanılır (Râzî).
167 Bu
ve bundan sonraki ayetler, Müslümanlar için savaşın meşruiyetinin yalnızca
(kelimenin en geniş anlamıyla) kendini savunma amacına bağlı olduğunu
tereddütsüz bir şekilde ortaya koymaktadır. Müfessirlerin büyük çoğunluğu, lâ ta‘tedû ibaresinin, bu bağlamda
“saldırganlık yapmayın” anlamına geldiği, mu‘tedîn
ile de “saldırganlıkta bulunanlar”ın kasdedildiği konusunda hemfikirdirler.
“Allah yolunda” -yani Allah tarafından konulmuş ahlakî ilkeler uğrunda-
savaşmanın savunma amaçlı olma özelliği, ayrıca, “size savaş açanlar”a yapılan
atıfta bariz bir şekilde ortaya konulmuş ve
22:39'da
-“kendilerine haksız yere saldırılan kimselere [savaşma] izni verilmiştir”-
daha da açık bir şekilde ifade edilmiştir. Eldeki bütün nakillere göre bu son
ayet, cihâd yahut kutsal savaş
meselesine en ilk (ve bu nedenle de en köklü) Kur’ânî atıftır (bkz. Taberî ve
İbni Kesîr'in
22:39
ile ilgili yorumları). Savunmayı savaşın tek haklı gerekçesi olarak belirleyen
bu ilk ve temel prensibin Kur’an'da, yukarıdaki ayetten sonraki bir döneme ait
olan
60:8'de
ve
4:91'in
son cümlesinde de tekrarlandığı görülmektedir.
168 Bir
önceki emir açısından bakıldığında, (“Allah yolunda” yapılan bir kurtuluş
savaşı olarak) “onları karşılaştığınız her yerde öldürün” buyruğu, yalnızca,
“savaş açanlar”ın saldırganlar ve zalimler şeklinde anlaşılması halinde o anda devam etmekte olan düşmanlıklar
bağlamında geçerlidir (Râzî); Fitne'nin
bu bağlamda “baskı” olarak çevrilmesinin gerekçesi, bu terimin insanı sapıklığa
götüren ve manevî değerlere inancını kaybetmesine yol açan her türlü müdahale
için kullanılmasıdır (karş.
Lisânu'l-‘Arab).
169 Mekke
sınırları içindeki savaşa yapılan bu atıf, bu ayetin nüzulü sırasında Kutsal
Kentin hâlâ Müslümanların düşmanı olan putperest Kureyşlilerin elinde
olmasından dolayı idi. Ancak -Kur’an'daki tarihsel referansların tümünde sıkça
görüldüğü gibi- yukarıdaki buyruk genel bir muhteva taşımaktadır ve bütün
zamanlar ve şartlar için geçerlidir.
170 Lafzen,
“ve din [yalnız] Allah'ın oluncaya kadar” -yani, hiçbir cezalandırılma korkusu
duymadan Allah'a ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile
boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar. (Bkz. ayrıca
22:40.)
Dîn teriminin bu bağlamda “kulluk”
olarak çevrilmesi daha uygundur, çünkü bu karşılık, burada dînin hem akidevî
hem de ahlakî yönlerini kapsamaktadır: yani insanın hem inancını, hem de bu
inançtan doğan yükümlülüklerini.
171 Bu,
“Haram ayın karşılığı haram aydır” ifadesinin serbest bir çevirisidir -ki bu
ifade, bütün müfessirler tarafından yukarıdaki anlamda yorumlanmıştır. Eski
Arap geleneğine göre her türlü savaşın haksız sayıldığı “haram aylar”, birinci,
yedinci, onbirinci ve onikinci kamerî takvim aylarıdır.
172 Böylece,
müminlere ne zaman saldırıya uğrarlarsa savaşa girmeleri emredildiği halde
yukarıdaki ayetin son bölümü, savaşı sürdürürken, savaşa girmeyenleri öldürmek
de dahil, her türlü acımasızlıktan sakınmaları gerektiğini açıklamaktadır.
173 Yani,
“bu ortak çabaya şahsî ve maddî katkınızı esirgemek suretiyle kendi yıkımınızı
hazırlayabilirsiniz”.
174 Hacc vecîbesi yılda bir defa Zilhicce
ayında yapılırken ‘umre herhangi bir
zamanda yerine getirilebilir. Hem hacc
hem de ‘umre sırasında müminler Kâbe
etrafında yedi defa dönmek ve Safâ ile Merve arasında da yedi defa yürümekle
(bkz. yukarıdaki
127 ve
128.
not); ayrıca, hac sırasında Zilhicce'nin dokuzuncu günü Arafat meydanındaki
toplantıya iştirak etmekle yükümlüdürler (bkz. aşağıdaki not
182).
Müminler ister hacc yapsınlar ister ‘umre, ihrâma girdikleri andan haccın veya umrenin bittiği ana kadar
saçlarını kesmekten ve hatta düzeltmekten kaçınmakla da yükümlüdürler. Ayetin
devamında zikredildiği gibi, hasta olan veya saçlarını kesmesini veya traş
etmesini gerektiren bir rahatsızlığı
bulunan kimseler, bu yasaklamadan muaf bulunmaktadır.
175 Lafzen,
“kurban yerine varıncaya kadar” -yani, hem zaman hem de mekan olarak. Râzî'ye
göre burada kurbanın zamanı
kasdedilmiştir; yani, haccın sonunda hacıların -yeterli imkan sahibi olmaları
kaydıyla- bir koyun, sığır veya benzeri bir hayvan kurban etmelerinin ve etini
hayır için dağıtmalarının istendiği zaman.
176 İzâ emintum (lafzen, “emniyette
olduğunuz zaman”) ifadesi, burada hem dış tehlikelerden (savaş gibi) hem de
hastalıktan emin olmaya işaret etmektedir ve bu nedenle de en doğrusu “sağlıklı
ve emniyette iseniz” şeklinde çevrilmiştir -bunun anlamı, kişinin hac yapacak
durumda ve niyette olmasıdır.
177 Bu,
kişinin kendi rahatı için umrenin bittiği
zaman ile haccın ifası zamanı
arasındaki sürede ihrâm'dan çıkmasını
anlatmaktadır (karş. Menâr II,
222).
Bu kolaylıktan yararlanan hacı, haccın bitiminde bir kurban kesmek (bkz.
yukarıdaki
175.
not) yahut bunun yerine on gün oruç tutmakla yükümlüdür.
178 Lafzen,
“ailesi Mescid-i Haram'da bulunmayanlar” -yani orada sürekli olarak ikamet
etmeyenler: Çünkü, Mekke sakinleri sürekli olarak ihrâmlı halde bulunamazlar.
179 Bu,
yalnızca haccın kutsiyetinin muhtemel bir ihlaline değil, aynı zamanda, daha
genel bir şekilde, Allah'ın buyruklarının kasıtlı olarak ihlal edildiği bütün
durumlara ve ihtimallere işaret etmektedir.
180 Lafzen,
“açıkça bilinen aylarda”. Hac, belli
bir ayda (yani Zilhicce ayında) yapıldığına göre buradaki çoğul kullanım,
haccın her yıl tekrarlanmasına işaret etmektedir. Ayrıca unutulmamalıdır ki,
bazı yorumcular, bunun kamerî yılın son üç ayına işaret ettiğini
savunmuşlardır.
181 Yani,
ihrâmda iken ticaret yaparak.
Muhammed Abduh, “Rabbinizden bir
lütuf elde etmek için” çaba gösterme (ifadesinin) Allah'a karşı sorumluluk
bilinci duymaya işaret ettiğine ve dolayısıyla, bir tür ibadet şekli olduğuna
-elbette ki bu çabanın daha öncelikli başka dinî yükümlülüklerle çatışmaması
şartıyla- dikkat çeker (Menâr II,
231).
182 Bütün
hacıların Mekke'nin doğusundaki Arafat düzlüğünde toplanmaları, Zilhicce'nin
dokuzuncu günü gerçekleşir ve haccın zirve noktasını oluşturur. Hacılar, o
düzlükte Cebelu'r-Rahmeh (Rahmet
Dağı) olarak bilinen tepenin eteklerinde günbatımına kadar beklemek
zorundadırlar. Bu bekleyiş, bütün ruhların Allah'ın yargısını bekledikleri
Kıyamet Günü'ndeki toplanmayı akla getirmeyi amaçlayan sembolik bir eylemdir.
Günbatımının hemen ardından hacılar, toplu olarak Mekke yönüne doğru yola
koyulurlar ve bu cümlenin bir sonraki bölümünde zikredilen “kutsal yer” olan
Müzdelife adlı yerde gecelerler.
183
Lafzen, “önceden sapmışlar arasında bulunduğunuz halde sizi hidayete erdiren
biri olarak anın O'nu”.
184
Lafzen, “halkın kalabalıklar halinde ilerlemesi sırasında siz de kalabalıklar
halinde ilerleyin”: Böylece hacılara, haccın o en coşkulu anında, Allah katında
herkesin eşit olduğu ve ırk, sınıf veya sosyal statü farklarının hiçbir şekilde
insanları birbirinden ayıramayacağı bir topluluğa mensub olma bilinci içinde
bireyselliklerini aşma çağrısı yapılmaktadır.
185 Birçok
müfessir, bu pasajda, İslam öncesi Arapların muhtelif toplantılarda atalarının
büyüklüklerini ve sözde faziletlerini yüceltme adetlerine bir atıf görürler.
Ancak bazı ilk dönem İslam bilginleri, -mesela, Dehhâk, Rabî‘ ve Ebû Müslim-
burada kasdedilen ataların, çocukların gözünde genellikle her türlü
iyiliğin/güzelliğin ve gücün sahibi olan gerçek babalar (yahut, ebeveynler)
olduğu görüşünü benimsemişlerdir (bkz. Râzî'nin bu ayet ile ilgili görüşleri).
186 Bu
günler, Zilhicce'nin onuncu gününe tesadüf eden “Kurban Bayramı'nı” (‘îdu'l-adhâ)
takip eden günlerdir. Hacılar, bu günlerin en azından ikisini Arafat ile Mekke
arasındaki yolun ortasında yer alan Minâ vadisinde geçirmekle yükümlüdürler.
187 Lafzen,
“insanlar arasında kimisi (veya “öylesi”) vardır ki”. Bazı müfessirlerin
yaptığı gibi, bu ayetin belli bir kişiye -Hz. Peygamber'in bir çağdaşına-
atıfta bulunduğunu farzetmek için geçerli bir sebep olmadığından, en güvenilir
otoriteler yukarıdaki pasajın genel bir anlam taşıdığı görüşünü benimsemişlerdir
(karş. Râzî). Sözün gelişinden de açıkça anlaşılacağı gibi, bu ifade,
2:200-201'de,
çatışan iki davranış tarzına yapılan atfın daha ayrıntılı bir açıklamasıdır:
Tek kaygısı bu dünya hayatı olan kişinin tavrı ile öteki dünyayı da düşünen,
hatta onu mevcut hayatından daha fazla düşünen kişinin tavrı arasındaki
farklılığın açıklaması.
188 Lafzen,
“bir çatışmadaki tarafların en yamanı”. Zeccâc'a göre (Râzî'nin nakliyle)
burada, bir tartışmada daima en parlak ve çoğu zaman yanıltıcı delillerle
karşısındakini alt edebilen kişiye işaret edilmektedir. Açıktır ki bu pasaj,
insan toplumunun ve insanın yeryüzündeki konumunun ıslahı konusunda dikkate ve
hatta takdire şayan görüşlere sahip olan, ama aynı zamanda “batınî/gizemli”
(esoteric) mülahazalar olarak gördükleri -ölümden sonraki hayata inanmak gibi-
düşünce ve inançlar aracılığıyla doğruya ulaşmayı reddeden ve tamamen bu dünya
meşgalesine kapılmalarını görünürde sağlam delillerle ve kendi ahlakî
hedeflerinin değerini vurgulayarak (“kalbindekilere Allah'ı şahit tutarak”)
haklı çıkarmaya çalışan insanlara işaret etmektedir. Ayrıca, yukarıdaki pasajda
tanımlanan zihniyet ile
2:8-12'de
ele alınan tavır arasında kaçınılmaz yakınlık vardır.
189 Lafzen,
“o, yeryüzünde fesat yaymak ve ürünü ve nesli yok etmek için orada koşturup
durur [yahut “çaba gösterir”]. Birçok müfessir, bu cümlede, bu şekilde
tanımlanan kişinin bilinçli bir niyet taşıdığına işaret edildiği kanısındadır;
ama li yufside'deki (genel olarak
“fesadı yayabilmek için” şeklinde anlaşılır)
li edatının bu bağlamda gramercilerin
lâmu'l-âkıbeh dedikleri, “sonuç belirtmek için kullanılan lâm [harfi]”nin fonksiyonunu görmesi de
mümkündür -yani bilinçli bir niyetin varlığı veya yokluğu sözkonusu olmadan
(fesat saçmakla uğraşır). (Benim benimsediğim şekilde çevrilmesi durumunda bu
her iki ihtimal de gözetilmiş olmaktadır.)
Hars
ifadesine (tarafımdan “ürün” olarak çevrilmiştir) gelince, bunun asıl anlamı,
emek yoluyla sağlanan “kazanç” yahut “gelir”dir; ve çoğunlukla “dünyevî
mallar”ı (bkz. Lane II,
542)
ve özellikle de hem toprağın işlenmesi yoluyla elde edilen ürünü, hem de bizzat
işlenmiş tarlanın kendisini gösterir. Eğer hars
bu bağlamda “ürün” olarak anlaşılırsa, bu, mecazî olarak genelde insan
davranışlarına ve özelde de toplumsal tavırlara uygulanabilir. Ancak bazı
müfessirler -görüşlerini “kadınlarınız sizin tarlalarınızdır” (2:223)
şeklindeki Kur’an ifadesine dayandırarak -hars'ın
burada “eşler”i anlattığını iddia ederler (karş. Râzî ve Menâr II,
248:
dilbilimci el-Ezherî'den naklen): Bu durumda “ürünün ve neslin yok edilmesi”,
aile hayatının sarsıntıya uğraması ile ve sonuçta bütün bir toplumsal yapının
çökmesi ile eş anlamlı olur. Bu iki yorumun her ikisine göre de pasaj şu anlama
gelmektedir: Yukarıda tanımlanan zihniyet, genel bir kabul görüp sosyal davranışları
yönlendirir hale gelir gelmez kaçınılmaz bir şekilde yaygın bir ahlakî çürüme
ve sonuç olarak sosyal bir çözülme ile noktalanır.
190 Lafzen,
“öyle kimse vardır ki Allah'ın rızasını dileyerek kendi nefsini satar”: yani
Allah'ın rızasına uygun davranma kararlılığı öyle gerektiriyorsa, bütün şahsî
menfaatlerini terk eder.
191 Lafzen,
“hep birlikte teslim olun”. Allah'a teslimiyet bütün hak dinlerin temeli
olduğundan, bazı büyük müfessirler (mesela, Zemahşerî ve Râzî), buradaki “Ey
imana ermiş olanlar” hitabının Müslümanlara
-Kur’an'ın başından sonuna kadar lafzen, “kendilerini Allah'a teslim edenler”
diye çevrilebilecek bir isim- yönelik olmadığı, tersine henüz böyle tam bir
teslimiyete ulaşmamış olan insanlarla bağlantılı olduğu görüşündedirler:
Bunlar, geçmiş vahiylerin büyük kısmına inanan ama Kur’an'ın mesajını hakikat
olarak kabul etmeyen Yahudiler ve Hristiyanlardır. Müfessirlerin bu yorumu bir
sonraki pasajdan çıkarılmış görünmektedir.
192 Lafzen,
“onlar” -önceki iki ayette seslenilen insanlara işaret etmektedir.
193 Yani,
tevbe için çok geç (kalınmış) olacak. Bütün müfessirler, buradaki “karar”ın,
“her şeyin Allah'a döndürüleceği zaman” sözleriyle işaret edilen Hesap Günü'nde
Allah'ın iradesinin kesin tezahürü ile ilgili olduğunda hemfikirdirler. Bir
sonraki ayette İsrailoğulları'na seslenildiğinden, bu belagat gereği sorunun,
Hz. Musa döneminde onların “Allah'ı yüz yüze görmedikçe” ilahî mesaja inanmayı
reddetmeleri ile bağlantılı olması muhtemeldir (karş.
2:55).
194 Lafzen,
“Allah'ın nimetini”.
195 Lafzen,
“güzel kılınmıştır”.
196 Yani,
bazan ahlaken hak edene bazan da günahkarlara bahşettiği dünyevî kazançların
bölüştürülmesinden dolayı O'na hesap sorulamaz.
197 Kur’an,
insanlığın başlangıçtaki durumunu tasvir etmek için ummeten vahideten (bir tek topluluk) ifadesini kullanırken, ilk
bakışta sanılacağı gibi, insanlık tarihinin şafağındaki efsanevî “altın çağ”
düşüncesini dile getirmemektedir. Bu ayette kasdedilen şey, insanın saf
zihinsel durumunun ve o ilk çağlarda içinde yaşadığı basit sosyal düzenin
karakteristiği olan, içgüdüsel kavrayışların ve eğilimlerin nisbî
homojenliğinden başka bir şey değildir. Bu homojenlik, beşer toplumunun
mensupları arasındaki bilinçli bir uzlaşmadan çok, zihinsel ve duyusal
farklılaşmanın eksikliğine dayandığından, insanın daha sonra kaydettiği tekamül
derecesi karşısında çözülmeye mahkum idi. İnsanın düşünce hayatı daha da
karmaşık/zengin hale gelirken duyusal kapasitesi ve bireysel ihtiyaçları da
daha fazla farklılaştı; düşünce ve menfaat çatışmaları öne çıkmaya başladı ve
insanlık, hayat görüşü ve ahlakî değerleri açısından “bir tek topluluk”
olmaktan çıktı: işte ilahî rehberlik bu aşamada zorunlu hale geldi.
(Unutulmamalıdır ki el-kitâb, burada
-Kur’an'ın başka birçok yerinde olduğu gibi- herhangi bir özel metni değil, bu
şekildeki ilahî vahyi temsil etmektedir.) Yukarıdaki Kur’an pasajının bu
şekilde yorumlanması, ünlü sahâbî Abdullah b. Mes‘ûd'un onu, “Bütün insanlık
tek bir topluluktu, sonra farklılaşmaya başladılar (fe'htelefû) -bunun üzerine Allah... peygamberler gönderdi” şeklinde
okuması gerçeğiyle de teyid edilmektedir. İbni Mes‘ûd'un burada vurguladığı fe'htelefû kelimesi Kur’an'ın genel
olarak kabul edilen metninde yer almadığı halde, hemen hemen bütün müfessirler
onun bu anlam akışı içinde mevcut olduğu görüşündedirler.
198 Yahut;
“Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir”. Bu surenin
253.
ayetinin ikinci kısmında tebarüz ettirildiği gibi, insanın zihnî ayrılıklara
yatkınlığı, tarihin bir arızası/tesadüfü değil, tersine, insan tabiatının
Allah'ın muradı gereği olan bütünleyici bir parçasıdır: “Kendi iradesiyle”
sözleriyle kasdedilen de, bu tabii durumdur. “Aralarındaki kıskançlıktan
dolayı” ifadesinin açıklaması için bkz.
23:53
ve ilgili not
30.
199 Lafzen,
“sizden önce gelip geçenlerin [başlarına gelenin] benzeri siz[in başınız]a
gelmeden...”. Bu pasaj, önceki ayetin sonundaki “Allah [isteyeni] doğru yola
iletir” sözleriyle bağlantılıdır. Bunun anlamı şudur: Yalnızca hakikatin aklen
kavranması, nihaî kurtuluşa ulaşmanın tek başına bir aracı olamaz: O [aklî kavrayış]ın
fedakarlığa ve çile çekerek ruhsal arınmaya hazır olmakla desteklenmesi
gerekir.
200 Yukarıdaki
“sizden önce gelip geçmiş olanlar”a yapılan atıf, “elçi” teriminin burada bütün
elçileri kapsayan cins ismi anlamında kullanıldığını göstermektedir (Menâr II,
301).
201 Bu
ifade savaşla ilgili olduğundan bu ayetin
2:190-193
ve
22:39.
ayetler ile bağlantılı olarak okunması gerekir: Ama bu, aynı zamanda birçok
duruma uygulanabilen genel bir hakikati de ifade etmektedir.
202 “Kutsal
aylar”ın bir açıklaması için bkz. yukarıdaki
171.
not.
203 Ellezîne hâcerû (lafzen “ana yurtlarını
terk etmiş olanlar”) ifadesi, esas olarak, Hz. Peygamber'in teklifi üzerine,
özgürlük içinde ve İslam'ın gereklerine uygun biçimde yaşayabilmek için
Medine'ye -ki o zaman Yesrib olarak anılıyordu- hicret etmiş olan Mekke
Müslümanlarını gösterir. Mekke'nin Müslümanlar tarafından H.
8.
yılda fethedilmesinden sonra Mekke'den Medine'ye bu göç (hicret) bir dinî vecîbe olmaktan çıktı. Ancak İslam'ın ilk
günlerinden beri hicret terimi, manevî bir muhteva taşımaktadır -yani, “kötülük
ve zulüm diyarından uzaklaşmak” ve Allah'a yönelmek. Ve bu manevî muhteva, hem
İslam'ın ilk yıllarındaki tarihî muhâcirûn'u
(“göç edenler”), hem de her türlü kötülüğü terk ederek “Allah'a hicret eden”
sonraki zamanların bütün müminlerini kapsadığından, bu karşılığı çok sık
kullanıyorum.
204 Lafzen,
“günah”, yahut günah işlemeye teşvik eden herhangi bir şey. Bazı klasik
müfessirlerin (mesela Râzî) işaret ettikleri gibi, ism terimi burada menâfi‘ (“faydalar”)
teriminin karşıtı olarak kullanılmıştır; bundan dolayı en doğrusu “kötülük”
olarak çevrilebilir.
205 Lafzen,
“onların kötülüğü faydasından daha büyüktür”. Sarhoş edici şeylerin ve şans
oyunlarının kesin olarak yasaklanması konusunda bkz.
5:90-91
ve ilgili dipnotları.
206 Bunun
anlamı şudur: Eğer bir kimse kendi sorumluluğu altındaki bir yetimin hayatını
paylaşırsa, böyle bir beraberlikten, yetimin menfaatlerine hiçbir şekilde zarar
vermemesi şartıyla bir kazanç sağlaması -mesela bir iş ortaklığı yoluyla-
meşrudur.
207 Yani,
“sizi yetimlere bakmakla yükümlü tutmak ve aynı zamanda onların hayatını
paylaşmanızı yasaklamak suretiyle” (bkz. önceki not).
208 Müfessirlerin
büyük çoğunluğu, emeh terimine, bu
bağlamda geleneksel karşılığı olan “cariye” anlamını yükledikleri halde bir
kısmı da onun burada “Allah'a râm olmuş kadın”ı ifade ettiği görüşündedirler.
Böylece Zemahşerî, emetun mü’mineh
(lafzen “inanan kadın köle”) deyimini, “ister hür ister köle olsun, inanmış
herhangi bir kadın” şeklinde açıklar; ve bunun, aynı zamanda “inanan erkek
köle” (ifadesi) için de geçerli olduğunu belirtir, “çünkü bütün insanlar
Allah'ın erkek ve kadın kullarıdır” der. Benim yukarıdaki pasajı çeviri tarzım,
bu fevkalade dikkate değer yoruma dayanmaktadır.
209 Bu,
Kur’an'da, cinselliğin ilahî buyruklara uygun olumlu tabiatına yapılan birçok
atıftan biridir.
210 Yani,
yukarıdaki kısıtlamayı ihlal etmelerinden sonra.
211 Başka
bir deyişle, kadın ile erkek arasındaki ruhsal ilişki, cinsel ilişkilerin
vazgeçilmez esası olarak alınmıştır.
212 Lafzen,
“Allah'ı yeminlerinizden dolayı ... yapmayın”.
226.
ayetten görülebileceği gibi bu emir, öncelikle boşanma konusundaki yeminlerle
ilgilidir, ama yine de genel bir muhteva taşır. Bu konuda Muhammed (s)'in şöyle
buyurduğuna dair birçok sahih rivayet vardır: “Eğer bir kimse (şu şu şeyleri
yapacağı veya yapmaktan vazgeçeceğine dair) kuvvetli bir yeminde bulunur ama
sonra başka türlü davranmanın daha doğru bir yol olacağını anlarsa, bırakın
daha doğru olanı yapsın ve bırakın yeminini bozsun ve sonra onun kefaretini
versin” (Buhârî, Müslim ve aynı rivayetin biraz farklı ifadelerle nakledildiği
diğer kitaplar). Kefaretin şekli konusunda bkz.
5:89.
213 Yani,
bu bekleme döneminde.
214 Lafzen,
“kendi başlarına”.
215 Bu
bekleme döneminin asıl amacı, muhtemel hamileliğin ve bu suretle henüz doğmamış
çocuğun ebeveyninin belirlenmesidir. Ayrıca, bu yolla karı-kocaya kararlarını
yeniden gözden geçirme fırsatı ve böylece evliliği devam ettirebilme imkanı
verilmiş olmaktadır. Bkz. ayrıca
65:1
ve ilgili not
2.
216 Bekleme
süresinin (iddet) bitiminden önce, koca, bu geçici boşanmadan vazgeçme arzusunu
beyan etse de, boşanmış kadın, evlilik ilişkisinin yeniden kurulmasını reddetme
hakkına sahiptir. Ancak, ailenin nafakasından koca sorumlu olduğu için, geçici
boşanmanın iptali konusunda ilk tercih hakkı ona aittir.
217 Lafzen,
“bundan sonra ya iyilikle tutmak yahut güzellikle salmaktır”. Başka bir
deyişle, boşanmanın üçüncü defa tekrarı, onu kesin ve geri dönülmez bir karar
haline getirir.
218 Bütün
otoriteler, bu ayetin, kadının kocasından kayıtsız şartsız boşanmasını isteme
hakkı ile ilgili olduğunda mutabıktırlar; bu şekilde kadının isteği ile
evliliğin sona erdirilmesine hul‘ adı
verilir. Sıhhat derecesi yüksek birçok Hadis'e göre, Sâbit b. Kays'ın karısı
Cemîle Hz. Peygamber'e gelerek, kocasının kusursuz karakterine ve davranış
tarzına rağmen “İslam'ı kabul ettikten sonra yeniden küfre düşmekten ne kadar
nefret ediyorsa, kocasından da o kadar nefret ettiği”ni beyan ederek
boşanmasını talep etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Cemîle'ye, kocasının
evlendikleri zaman kendisine mehir
olarak verdiği bahçeyi ona iade etmesini emretti ve evliliğin bittiğini ilan
etti. (Bu Hadis'in birçok değişik şekli, İbni ‘Abbâs'dan rivayetle Buhârî,
Neseî, Tirmizî, İbni Mâce ve Beyhakî'de kaydedilmiştir.) Benzer Hadisler,
Hubeyde Binti Sehl adlı kadınla ilgili olarak, İmâm Mâlik'in Muvatta’ında, İmâm Ahmed'in Müsned'inde, Neseî ve Ebû Davûd
mecmualarında Hz. Ayşe'den rivayetle nakledilmiştir (aradaki tek fark, son
kaynakta kadının ismi Hafsa Binti Sehl olarak anılmıştır). Bu Rivayetlere
istinaden İslam Hukuku, kocanın evliliğe ilişkin yükümlülüklerini herhangi bir
şekilde ihlal etmemiş olması
şartıyla, sadece kadının isteği üzerine evlilik sona erdirilirse, kadının akdi
bozan taraf olacağını ve bu nedenle, nikah sırasında kocasından almış olduğu
mehri iade etmek zorunda kalacağını hükme bağlamıştır; ve bu durumda, kadının
kendi hür iradesiyle vazgeçmiş olduğu mehri kocanın geri almasında “her iki
taraf için de hiçbir günah yoktur”. Bütün bu rivayetlerin ve hukukî
sonuçlarının etraflı bir tartışması, Neylu'l-Evtâr'da (VII,
34-41)
görülebilir. İslam Hukuku'nun çeşitli ekollerinin bu konu ile ilgili
görüşlerinin bir özeti için bkz. Bidâyetu'l-Müctehid
II,
54-57.
219 Müfessirlerin
çoğunluğu, fisâl kelimesini “sütten
kesme” (yani, iki yıllık azamî sürenin bitiminden önce) ile eş anlamlı
görürler. Ancak Ebû Müslim, kelimenin burada “ayrılma” -yani, çocuğun
annesinden ayrılması- anlamında kullanıldığı görüşündedir (Râzî). Bana öyle
geliyor ki, iki yorumdan doğru olanı budur. Çünkü, anne ile babanın, şu veya bu
sebeple, babanın onları madden destekleme yükümlülüğüne rağmen çocuğun
yetiştirilmesi sorumluluğunu boşanmış anneye yüklemenin doğru olmayacağı, baba
için de bu görevi tek taraflı yerine getirmenin zor olacağı konusunda
anlaşmaları durumunda bir çözüm sağlamaktadır.
220 Lafzen,
“teslim ettiğinizin meşru surette emniyetini sağlamanız şartıyla” [yahut,
“verdiğinizi meşru surette teslim etmeniz şartıyla”]. Sellemehû fiilinin hem “onu teslim etti”, hem de “onun emniyetini
sağladı” anlamına gelebileceği açık olduğundan, ikinci anlam (ki, esas
anlamıdır) bu bağlamda bana daha tercihe şayan görünmektedir, çünkü; çocuğun
gelecekteki emniyetini ve huzurunu sağlama zorunluluğuna işaret etmektedir. (Sellemtum fiilini “teslim etmek” olarak
anlayan müfessirler, izâ sellemtum mâ
âteytum bi'l-mâ‘rûf ibaresini “anlaştığınız [süt-annenin ücretini] meşru
şekilde vermeniz şartıyla” şeklinde yorumlarlar -ki, bana göre, bu yorum,
yukarıdaki buyruğun kapsamını gereksiz yere sınırlamaktadır.)
221 Lafzen,
“kendi başlarına”.
222 Lafzen,
“size günah olmaz”. Burada bütün bir topluma hitab edildiği aşikar olduğundan
(Zemahşerî), (genel anlamdaki) “... bir günah yoktur” çevirisi daha uygun
görünmektedir.
223 Lafzen,
“eğer [böyle bir niyeti] içinizde saklarsanız ...: [çünkü] Allah [bunu] onlara
açıklayacağınızı bilir”. Klasik Arapça'da zekerahâ
(“onu kadına zikretti”) ifadesi, çoğu zaman, deyim olarak “kadına evlenme
teklif etti” ile eş anlamlı kullanılmaktadır (bkz. Lane III,
969).
Yukarıdaki pasaj, yeni dul kalmış veya boşanmış bir kadına belirlenen bekleme
döneminin (iddet) bitiminden önce evlenme teklifi -veya böyle bir teklifte
bulunma niyeti- ile ilgilidir.
224 Farîza terimi, nikah akdinden önce
gelin ile damat tarafından üzerinde anlaşmaya varılan bedeli (çoğunlukla mehr olarak da adlandırılır) gösterir.
Bu bedelin tutarı iki âkid tarafın ihtiyarına bırakıldığı halde (ki bu, bazan
küçük bir hediyeden fazla birşey bile olmayabilir), onun yerine getirilmesi
İslamî evlilik akdinin aslî unsurunu oluşturur. Bu kuralın istisnaları için
bkz.
33:50
ve ilgili not
58.
225 Lafzen,
“iyilik yapanların” -yani Allah'ın iradesine uygun hareket etmeye kararlı olan
herkesin.
226 Hz.
Peygamber'in bazı önde gelen Ashâbı'na (Hz. Ali gibi) ve hemen onların
arkasından gelenlere (mesela, Sa‘îd b. Museyyeb ve Sa‘îd b. Cubeyr) göre bu
terim kocayı göstermektedir (karş.
Taberî, Zemahşerî, Beğavî, Râzî ve İbni Kesîr).
227 Lafzen,
“orta (yahut, “en mükemmel”) namaza”. Bazı otoriteler bunun ‘sabah’ (fecr) namazını ifade ettiğine
inandıkları halde genel kabul gören görüş, ‘ikindi’ (‘asr) namazını işaret ettiği şeklindedir. Ancak Muhammed Abduh, bu
görüşü daha da ileri götürerek bunun “en mükemmel
şekliyle namaz” anlamına da gelebileceğini söyler -yani, “tüm zihin Allah'a
yönelmiş olarak, huşû içinde ve O'nun kelâmını tefekkür ederek hulûs-i kalb ile
namaz” (Menâr II,
438).
Kur’an'ın tümünde geçerli olan sistematik içinde, sosyal kurallar ile ilgili
her uzun bölümün ardından mutlaka Allah'a karşı sorumluluğun idraki çağrısı
gelir: ve bu sorumluluğun idrakine de en eksiksiz olarak namazda ulaşıldığından
bu ve bundan sonraki ayet, evlilik hayatı ve boşanma ile ilgili emirlerin
arasına yerleştirilmiştir.
228 Bu
emir, yalnızca herhangi bir tehlike anında -mesela savaşta- bir yerde uzun süre
kalmanın tehlikeyi arttıracağı durumlarla ilgilidir: Böyle bir durumda farz
namazlar, kıbleyi bile dikkate
almadan en kolay yol hangisi ise o şekilde kılınabilir.
229 Lafzen,
“[o,] eşlerine, [evlerinden] çıkarılmadan bir yıl süreyle faydalanma
vasiyeti(dir)”. (Benim çeviri tarzım ile ilgili gerekçeler için bkz. Menâr II,
446
vd.). Dul bir kadının ölmüş kocasının evinde ikameti problemi, tabiidir ki,
sadece bu durumun
4:12'de
konulan hükümler doğrultusunda vasiyet edilmemesi halinde ortaya çıkar.
230 Mesela,
evlenmeleri halinde -ki bu durumda, yılın kalan kısmı için ilave nafaka
talebinden vazgeçmiş olurlar. “Bir günah yoktur” ibaresi konusunda bkz.
yukarıdaki not
222.
231 Bu
ifade, herhangi bir kusurları olmadan boşanmış olan kadınlarla ilgilidir.
Yeniden evlenmedikleri sürece ve evleninceye kadar ödenen nafakanın miktarı
belirsiz bırakılmıştır, çünkü kocanın malî durumuna ve zamanın sosyal
şartlarına bağlıdır.
232 Evlilik
hayatı ile ilgili emirlerin noktalanmasından sonra Kur’an, burada, düşmanca bir
saldırıdan dolayı “ölüm korkusuyla yurtlarını terk etmiş olan” insanlara
işarette bulunmak suretiyle haklı bir dâvâ uğrunda savaş meselesine
dönmektedir. İmdi, ne Kur’an ne de hiçbir sahih Hadis, bu ayette kasdedilen
insanların kim olabilecekleri konusunda hiçbir işaret vermemişlerdir. Bazı
müfessirler tarafından yapılan “tarihsel” açıklamalar ise çok çelişkilidir;
onlar, o zaman revaçta olan Talmud hikayelerinden alınmış gibidirler ve bu
bağlamda hiçbir gerekçe ile kullanılamazlar. Bu nedenle, Muhammed Abduh'un Menâr II,
455 ve
devamında yaptığı gibi, yukarıdaki işaretin, daha sonra gelen, müminlere Allah
yolunda canlarını vermeye hazır olmaları çağrısı ile mecazî olarak ilgili
olduğunu varsayabiliriz: Fiziksel ölüm korkusunun milletlerin ve toplumların
ahlaken ölümlerine yol açacağı ve aynı şekilde, onların yeniden doğuşlarının
(yahut, “hayata geri dönüşlerinin”) ölüm korkusunu yenerek ahlakî konumlarını
yeniden kazanmalarına bağlı olduğu gerçeğinin bir tasviri. Bu,
246-251.
ayetlerde vecîz bir tarzda anlatılan Câlût, Tâlût ve Dâvûd kıssalarının da
özüdür.
233 Yani,
baskıya veya hiçbir tahrik olmadan başlatılan saldırıya karşı kendinizi
savunmak amacıyla (karş.
2:190-194).
234 Yani,
kişinin hayatını Allah yolunda feda etmesiyle yahut O'na adamasıyla.
235 Burada
atıfta bulunulan peygamber Samuel'dir (karş. Eski Ahid, I Samuel viii vd.).
236 Yurtlarının,
ezelî düşmanları olan Filistinliler, Amuriler, Amalikalar ve Filistin'de ve
civarında yaşayan öteki Sâmî ırkından olan veya olmayan kabileler tarafından
defalarca işgaline bir atıf; ve dolayısıyla, her dönemdeki müminlere, “Allah
yolunda savaşma”nın (Kur’an'da tanımlandığı şekliyle) imanın bir gereği
olduğunun hatırlatılması.
237 Lafzen,
“onlara” -ama bir sonraki cümle, Câlût tarafından seslenilenlerin toplumun önde gelenleri olduğunu göstermektedir.
238 Her
türlü hükümranlığın ve insanların “sahiplenebilecekleri” her şeyin yalnız
Allah'a ait olduğu ve insanın onları sadece Allah'ın bir emaneti olarak elde
edebileceği şeklindeki Kur’ânî akideye bir atıf.
239 Lafzen,
“ve Musa Ailesi'nin (âl) ve Harun
Ailesi'nin geride bıraktıklarından kalanlar, meleklerce taşınan”. “Meleklerce
taşınan” veya “meleklerin sağladığı” ifadeleri, bu iki peygamber tarafından
bırakılan manevî mirasın ilahî kaynaklı tabiatına bir işarettir: “kalanlar” (bakıyye) ise, bu mirastaki “sürekli” ve
“dayanıklı” olanı gösterir.
240 Lafzen,
“... size kalbin gelmesi olacaktır”. Geleneksel olarak tâbût kelimesinin -burada “kalp” olarak çevrilmiştir- çok süslü bir
sandık veya çekmece olduğu söylenen Tevrat'taki On Emir Muhafaza Sandığı'nı
(Ark of the Covenant) gösterdiği şeklinde yorumlanmıştır. Bu ikinci anlamı
kabul eden müfessirlerin çoğunluğu tarafından yapılan açıklamalar çok
çelişkilidir ve bu “sandık” çevresinde örülmüş bulunan Talmud efsanelerine
dayanmaktadır. Ancak, en üst derecedeki birçok otorite, “tâbût”a, “kalp” veya “gönül” anlamı da yüklemektedirler:
Beydâvî'nin bu ayet ile ilgili yorumunda teklif ettiği alternatiflerden
birinde, Zemahşerî'nin (Keşşâf'ında değil de) Esâs'ında, İbnu'l-Esîr'in
Nihâye'sinde, Râğıb'da ve Tâcu'l-‘Arûs'da
(bu son dördünde tabeta maddesinde)
böyle yorumlanmıştır: Bkz. ayrıca Lane I,
321 ve
IV,
1394 (sekineh maddesi). Eğer tâbût'un yukarıda bu anlamda
kullanıldığını kabul edersek, bu, İsrailoğulları'nın gelecekte kalplerini
değiştireceklerine bir işaret olur (yukarıda
243.
ayette genel terimlerle anlatılan değişiklik). Daha sonra tâbût'ta “iç huzuru”ndan bahsedilmesi karşısında, onun “kalp”
olarak çevrilmesinin “sandık” olarak çevrilmesinden daha uygun olduğu
anlaşılır.
241 Lafzen,
“ancak ondan sadece bir avuç dolusu içen müstesna”. Bunun sembolik anlamı
şudur: İnanç -birinin kendi dâvâsının haklılığına inanması- yüksek bir
iç-disiplin ile desteklenmedikçe ve kişisel menfaatler gözardı edilmedikçe bir
değer taşımaz.
242 Lafzen,
“Allah bazı insanları başkaları ile savuşturmasaydı”: Allah'ın insanlara
kendilerini baskıya ve zulme karşı savunma gücü vermesine vecîz (elliptic) bir
atıf. Tam aynı ibare, nefsi müdafaa için savaşma konusunu ele alan
22:40'da
da geçer.
243 Bu,
Peygamber Muhammed (s)'e bir îma gibi görünmektedir, çünkü o Son Peygamber idi
ve bütün insanlar ve zamanlar için geçerli olan evrensel bir mesajın
tebliğcisiydi. “Kimi ile Allah konuşmuş” ifadesi ile kasdedilen de Hz. Musa'dır
(bkz.
4:164'ün
son cümlesi).
244 Hz.
İsa'nın bu bağlamda ismi ile anılması, o'nun bir peygamber olduğu gerçeğinin
vurgulanması ve o'nu reddedenlerin iddialarının çürütülmesi içindir. Rûhu'l-Kudüs (tarafımızdan “kutsal
ilham” olarak çevrilmiştir) teriminin bir açıklaması için bkz. bu surenin
87.
ayeti ile ilgili not
71.
245 Kur’an,
bir kez daha -213. ayette olduğu gibi- insanlar arasındaki görüş farklılığının
kaçınılmazlığına atıfta bulunur: Başka bir deyişle, onların hakikate ulaşma
yolunun çatışmalardan ve sınama-yanılmalardan geçmesi, Allah'ın iradesi
gereğidir.
246 Yani,
Hesap Günü. Kur’an, bu öğüt ile
245.
ayetin konusuna yeniden dönmektedir: “Allah'a güzel bir borç verecek olan
kimdir?” Bu nedenle, “Allah yolunda harcama”nın burada yalnızca kişinin
servetinden yapacağı harcamaları değil, Allah yolundaki her türlü fedakarlığı
kapsadığı sonucunu çıkarabiliriz.
247 Lafzen,
“elleri arasındakini ve arkalarındakini”. Müfessirler, bu ibareye çok çelişkili
yorumlar getirmişlerdir. Böylece, mesela Mücâhid ve ‘Atâ’, “elleri arasındaki”nin
“bu dünyada onların başına gelenler”i gösterirken “arkalarındaki”nin “öteki
dünyada uğrayacakları akibetler” anlamına geldiğini söylemişlerdir. Diğer
taraftan Dehhâk ve Kelbî, tam aksini iddia etmişler ve “elleri arasındaki”nin
öteki dünyaya işaret ettiğini, “çünkü ona doğru gittiklerini”;
“arkalarındaki”nin ise bu dünya anlamına geldiğini, “çünkü onu arkalarında
bıraktıkları”nı söylemişlerdir (Râzî). Başka bir açıklama ise şöyledir:
“onların önünde cereyan edeni ve onlardan sonra meydana gelecek olanı”
(Zemahşerî). Ama bütün bu yorumlarda mâ
beyne yedeyhi (“kişinin elleri arasında duran”)
deyimsel ibaresinin gözden kaçırıldığı anlaşılmaktadır: yani aşikar olan,
bilinen yahut kavranabilen. Aynı şekilde mâ
halfehû da, kişinin bilgisi veya idraki dışında olan anlamına gelir.
Yukarıdaki Kur’an ayetinin genel muhtevası Allah'ın sonsuz kudreti ve ilmi ile
bağlantılı olduğundan benim tercih ettiğim çeviri en uygunu görünmektedir.
248 Lafzen,
“O'nun [kudret] tahtı”. Bazı müfessirler (mesela Zemahşerî) bunu, “O'nun
hakimiyeti” veya “otoritesi” şeklinde yorumlarken diğerleri “O'nun bilgisi”
anlamına geldiğini söylemişlerdir (bkz. Muhammed Abduh, Menâr III,
33).
Râzî, bu kelimenin Allah'ın ihtişamını ve tarifsiz, sonsuz kudretini gösterdiği
görüşünü tercih etmiştir.
249 Dîn terimi, hem ahlakî olarak emredici
kanunların muhtevasını ve hem de onlara uygun davranmayı ifade eder; ve
sonuçta, terimin en geniş anlam çerçevesini yansıtır: yani, içerdiği akidevî
prensipleri ve bu prensiplerin pratik yansımalarını olduğu kadar, insanın
ibadet ettiği objeye karşı yaklaşımını, dolayısıyla “itikad” kavramını da içine
alır. Bunun “din”, “inanç”, “dinî müeyyideler” yahut “ahlak sistemi” (bkz.
109:6
ile ilgili not
3)
olarak çevrilmesi, terimin hangi bağlamda kullanıldığına bağlıdır. Yukarıda
inanç veya din ile ilgili her konuda zorlamanın (ikrâh) kesin olarak yasaklanmasına dayanan bütün İslam hukukçuları
(fukahâ’), istisnasız olarak, zorla
din değiştirmenin her şart altında geçersiz ve temelsiz olduğu ve inanmayan bir
kişiyi İslam'ı kabule zorlamanın büyük bir günah teşkil ettiği görüşünü
benimsemişlerdir: bu, İslam'ın, inanmayanların önüne “ya islam ya kılıç”
alternatifi koyduğu şeklindeki yaygın safsatayı geçersiz kılan bir hükümdür.
250 Tâğût, öncelikle, Allah'tan başka ibadet
edilen her şeyi ve böylece insanı O'ndan uzaklaştıran ve şeytana yönelten
şeyleri ifade eder. Bu terim, hem tekil hem de çoğul bir anlama sahiptir (Râzî)
ve bundan dolayı, en doğrusu, “şeytanî güçler” şeklinde çevrilmelidir.
251 Muhammed
Abduh'a göre, burada atıfta bulunulan zulüm,
“kişinin Allah'ın gösterdiği [hidayet] ışığından kasıtlı olarak uzaklaşması”nı
ifade eder (Menâr III,
47).
252 Bu
ayette anlatılan kıssa, Allah'ın ölüyü yeniden diriltme kudretini tasvir etmeyi
amaçlayan bir kıssadır: Böylece,
258.
ayetteki Hz. İbrahim'in sözleri (“Rabbim, hayat bahşeden ve ölüme hükmedendir”)
ile daha sonra
260.
ayetteki, Allah'ın ölüyü nasıl
dirilttiğini göstermesi talebi arasına anlamlı şekilde yerleştirilmiştir.
Kıssada anlatılan bu kişinin “kimliği” ile kasabanın neresi olduğu konusunda
bazı ilk dönem müfessirlerinin spekülasyonları ise tamamen temelsiz olup Talmud
efsanelerinin etkisinin bir sonucudur.
253 Lafzen,
“yoksa onun gibi misin?” Tarafımdan parantez içine alınan ifadeler ise,
Zemahşerî'nin, önceki ayetin başlangıcı ile bağlantılı olan bu pasaj üzerindeki
yorumuna dayanmaktadır.
254 Zımnen,
“ve onun canlı olduğunu gör”: Böylece Allah'ın, bilinmeyen şekilde hayat
bahşetme ve canlıyı yeniden diriltme kudretine işaret etmektedir.
255 Kur’an,
embriyonun ana rahminde tedricî olarak gelişiminden sonra meydana gelen doğum
mucizesine Allah'ın canlıyı yaratma -ve dolayısıyla, yeniden diriltme-
kudretinin bariz bir işareti olarak değinmektedir.
256 Lafzen,
“onları kendine alıştır” (Zemahşerî; bkz. ayrıca Lane IV,
1744).
257 Yukarıdaki
kıssayı çevirme tarzım surhunne ileyke
(“onları kendine alıştır”, yani, “sana itaat etmelerini öğret”) emrinin
öncelikli anlamına dayanmaktadır. Bu kıssanın verdiği ahlakî ders, ünlü
müfessir Ebû Müslim tarafından ikna edici bir şekilde anlatılmıştır (Râzî'nin
nakline göre): “Eğer insan, kuşları çağrısına uyacak şekilde eğitebilirse -ki
kesinlikle o güce sahiptir- öyleyse her şeyin iradesine teslim olduğu Allah da
sadece ‘ol!’ diyerek her şeye hayat verebilir.”
258 Lafzen,
“peşinden gitmeyenler”.
259 Mağfiret'i (lafzen, “bağışlama”) bu
bağlamda “başka birinin eksiğini gizleme” olarak çevirmemi Beğavî'nin bu ayet
ile ilgili açıklamasına borçluyum.
260 Lafzen,
“onların hidayeti senin üstüne vazife değil” -Yani, “sen yalnızca Allah'ın
mesajını onlara aktarmaktan sorumlusun, onların buna gösterecekleri tepkiden
değil”: Burada kasdedilen insanlar, önceki ayetlerde sözü edilen muhtaçlardır.
Öyle görünmektedir ki, Medine'ye hicretinden sonraki ilk günlerde Hz.
Peygamber, kendi toplumu arasında yaygın olan büyük bir yoksulluk ile karşı
karşıya gelince, arkadaşlarına “karşılıksız yardımın yalnız Müslümanlara
yapılması” tavsiyesinde bulundu. Bu tavsiye yukarıdaki ayetin nüzulü ile hemen
düzeltildi (bu mealde birçok Hadis, Taberî, Râzî ve İbni Kesîr tarafından
nakledilmiştir, aynı zamanda Menâr III,
82
vd.). Diğer bazı Hadisler'e göre (başka kaynaklar gibi Neseî ve Ebû Dâvûd
tarafından da kaydedilmiş ve bütün klasik müfessirler tarafından
nakledilmiştir) Hz. Peygamber, bunun üzerine müminlere, karşılıksız yardımları,
kişinin inancına bakmaksızın ihtiyaç duyan herkese vermelerini açıkça emretti.
Sonuç
olarak müfessirler arasında, yukarıdaki Kur’an ayetinin -tekil olarak ifade
edilmiş olmasına ve Hz. Peygamber'e hitab ediyor görünmesine rağmen- bütün
Müslümanlar için geçerli olan bir talimat olduğu konusunda tam bir ittifak
vardır. Özellikle Râzî ondan şu ilave sonucu çıkarmaktadır: Karşılıksız yardım
-yahut onu askıya alma tehdidi- hiçbir zaman inançsızları İslam'a çekmenin bir
aracı olarak kullanılmamalıdır. Çünkü, imanın geçerli olması için derunî bir
tatminin ve serbest bir seçimin ürünü olması gerekir. Bu, yukarıdaki
256.
ayetle de uyumludur: “Dinde zorlama yoktur”.
261 Yani,
kendilerini tamamen iman yolunda çalışmaya -imanı yaymak, tebliğ etmek veya
bedenen ve fikren savunmak şeklinde- verenlere veya zamanlarını Allah'ın
mesajında yüceltilmiş olan ilim tedrisine, insanoğlunun iyiliği için uğraşmaya
ve benzeri ulvî hedeflere adayanlara, yahut da bu hedefler uğrunda çabalarken
şahsî veya maddî sıkıntılara dûçâr olan ve bu sebeple kendilerini koruyamayacak
durumda bulunanlara.
262 Ribâ (“faiz”) kavramı ile ilgili bir
tartışma için bkz. nüzul sırasına göre bu terimin ilk defa kullanıldığı
30:39,
not
35. Ribâ'nın yasaklanması konusunu ele alan
bu pasajın Hz. Peygamber'e inen son vahiylerden olduğuna inanılmaktadır. Faiz
konusu, mantıksal olarak, karşılıksız yardım konusunu ele alan önceki uzun
pasaj ile bağlantılıdır. Çünkü ilki, ahlakî olarak ikincisinin tam zıddıdır:
-gerçek yardım, herhangi bir maddî karşılık beklemeksizin bir şey vermeyi ifade
eder; halbuki faiz, borç verenin mukabil bir emek sarfetmeksizin kazanç sağlama
beklentisine dayanmaktadır.
263 Lafzen,
“gibidir”.
264 Lafzen,
“her kim ki kendisine Rabbinden bir öğüt ulaşır”.
265 Lafzen,
“karşılıksız yardımları[n faziletini] bereketiyle arttırır (yurbî)”.
266 Bu
emir, sadece faiz yasağının ilan edildiği dönemde yaşayan müminlere değil, aynı
zamanda daha sonraki dönemlerde Kur’an'ın mesajına inanacak insanlara da
şamildir.
267 Yani,
faizsiz kısmını.
268 İbni
‘Abbâs'ın hiçbir itiraz ile karşılaşmayan şehadetine göre bu ayet, Hz.
Peygamber'e indirilen son vahiydir ki, ondan kısa bir süre sonra vefat etmiştir
(Buhârî; bkz. ayrıca Fethu'l-Bârî, VIII,
164
vd.).
269 Yukarıdaki
ibare, ister sadece borç, ister ticari bir muamele şeklinde olsun, kredi
esasına dayanan her türlü işlemi kapsar. Bu, (tedâyentum fiilinin gramatik formunun gösterdiği gibi) hem borç
verene hem de alana işaret etmektedir ve bu anlamı yansıtacak şekilde
çevrilmiştir.
270 Yani,
Kur’an'da öngörülen kurallar doğrultusunda.
271 Lafzen,
“ondan bir şeyi azaltmasın”. O halde, verilen taahhüdün formüle edilmesi zayıf
tarafa, yani, borcu alana bırakılmıştır.
272 Mesela,
bedenî bir sakatlığı nedeniyle veya bu tür anlaşmalarda kullanılan ticarî
terminolojiyi tam olarak anlamadığından yahut anlaşmanın kaleme alındığı dile
aşina olmadığından dolayı. “Aklî veya bedenî zaaf” tanımlaması (lafzen,
“anlayışı kıt veya zayıf”) aklî melekelerine tam hakim olamayan yaşlılar ve
çocuklar için kullanılır.
273 Bir
erkek şahidin yerine iki kadının ikame edilmesi hükmü, kadının ahlakî veya aklî
melekeleri ile ilgili bir husus değildir: Bu farklılık, genel olarak kadınların
ticarî usullere erkeklerden daha az aşina olmaları ve bu nedenle bu konularda
hata yapmaya daha yatkın olabilmeleri gerçeğinden dolayıdır (bkz. Abduh, Menâr III,
124
vd.).
274 Lafzen,
“onu yazmaya”, yani, anlaşmadan doğan bütün hakları ve yükümlülükleri.
275 Mesela,
anlaşmanın nihaî sonuçlarından, yahut tarafların anlaşmanın herhangi bir şartını
yerine getirmemesinden sorumlu tutulmak suretiyle.
276 Lafzen,
“şahitliği gizlemeyin”. Bu, yalnızca bir ticarî muameleye şahitlik yapanı
değil, aynı zamanda -hiçbir yazılı anlaşma ve şahit olmadan- güvene dayalı
olarak kendisine borç verilmiş olan ve sonunda borcu ile ilgili bütün
bildiklerini inkar eden borçluyu da kapsar.
277 Lafzen,
“O'nun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız”: bu sözler, müminlerin
ağzından söylenmiştir. Bütün elçiler Allah'ın mesajının dürüst ve erdemli
taşıyıcıları olduklarından, bazılarına “diğerlerinden daha fazla lütufta
bulunulmuş” olsa da aralarında hiçbir farklılık yoktur (bkz. ayet
253).
278 Hem
Hz. Musa'nın kanunlarının İsrailoğulları'na yüklediği ibadetlerin ağırlığına
hem de Hz. İsa'nın kendi takipçilerine tavsiye ettiği terk-i dünyaya atıf.