10/YUNUS
Adını 98. ayetinde bir tek kere sözü
geçen “Yûnus toplumu”ndan alan bu surenin hemen hemen tamamı Mekke'de ve
muhtemelen Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden ancak bir yıl kadar öncesine
giden bir dönem içinde vahyedilmiştir. Bazı otoriteler 40. ayetle 94 ve 95.
ayetlerin Medine dönemine ait olduğu görüşünde iseler de bu konuda inandırıcı
bir delil bulunmamaktadır. Öte yandan, surenin, iniş sırasına göre 17. sure (İsrâ’) ile 11. sure (Hûd) arasında yer aldığı konusunda
herhangi bir ihtilaf yok gibidir.
Yûnus
suresinin merkezî teması vahiy olgusunun kendisidir ve sure boyunca, özellikle,
Kur’an'ın Muhammed (s)'e indirilen bir vahiyden başka bir şey olmadığı ve
dolayısıyla o'nun, hakkı inkar edenlerin ileri sürdükleri gibi (15-17, 37-38 ve
94. ayetler), Muhammed (s) tarafından “uydurulmuş” ve sonra da yine o'nun
tarafından Allah'a yakıştırılmış düzmece bir kitap olmadığı, olamayacağı
üzerinde durulmaktadır.
Surenin bu tema çevresinde örülen
dokusu, hemen hepsi gönderildikleri toplumların çoğunluğu tarafından
reddedilmiş, yalanlanmış önceki peygamberlere ilişkin atıflarla örülmüş ve
bütün bunlarla, asıl verilmek istenen mesaj, İslam'ın temel ilke ve öğretileri,
çok yönlü olarak sergilenmiştir: bu cümleden olarak, Allah'ın birliği,
eşsiz-ortaksız olduğu, mutlak ve sınırsız kudreti; insanoğluna indirdiği vahyin
sürekliliği (sonrakinin öncekini teyid ve tekid etmesi); ölümden sonra
dirilmenin, Allah'ın nihaî yargısının kesinliği, kaçınılmazlığı ve nihaî bir
uyarma ve hatırlatma olarak da (108. ayette) “her kim ki doğru yolu izlemeyi
seçerse, bunu kendi lehine seçmiş olacaktır; ve her kim ki sapıklığı seçerse
bunu kendi aleyhine seçmiş olacaktır” gerçeği ortaya konmuştur.
1 Elif-Lâm-Râ.1
BUNLAR hikmetle2 dolu olan ilahî kitabın ayetleridir.
2 Kendi
içlerinden birine,3 “Bütün insanlığı uyar;
imana erişenlere, her bakımdan içtenlikli ve dürüst olmakla Rablerinin katında
öteki herkesten ileri geçtiklerini4 müjdele”
diye vahyetmemiz insanların tuhafına mı gitti?
[Yalnızca] hakkı inkar edenler, “Bakın,
bu (adam) düpedüz bir büyücü!”5 derler.
3 GERÇEK
ŞU Kİ, sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonra da kudret ve
egemenlik makamına geçip varlığı yöneten Allah'tır.6 O'nun izni olmadıkça, araya girip kayıracak
kimse yoktur.7
İşte böyledir sizin Rabbiniz: öyleyse
[yalnızca] O'na kulluk edin: artık bunu (iyice) aklınızda tutmayacak mısınız?
4 Hepiniz
topluca O'na döneceksiniz: bu Allah'ın, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan sözüdür,
çünkü O [insanı] bir kere yarattıktan sonra buna sonuna kadar devam ediyor8 ki, imana erişip iyi ve yararlı işler,
eylemler ortaya koyanları adaletle ödüllendirsin. Hakkı inkara yeltenenleri
ise, hakkı inat ve ısrarla reddetmelerinden ötürü yakıcı bir umutsuzluk içkisi9 ve can yakıcı bir azap beklemektedir.
5 Güneşi
parlak bir ışık [kaynağı] ve ayı aydınlık kılan,10 ve yılların sayısını bilesiniz, [zamanı]
ölçebilesiniz diye ona evreler koyan O'dur. Bunların hiç birini Allah bir anlam
ve amaçtan yoksun yaratmış değildir.11
(Allah), bilmek isteyen bir topluluk
için ayetlerini ayrıntılı olarak (işte böyle) açıklıyor: 6 Çünkü, gerçekten de, geceyle gündüzün ardarda gelmesinde ve
Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı her şeyde, O'na karşı sorumluluk bilinci
taşıyan bir toplum için mutlaka işaretler vardır!
7 Beri
yandan, er geç Bizim karşımıza çıkacaklarına inanmayıp12 kendilerini bu dünya hayatıyla hoşnut kılmaya
çalışanlara, onun ötesini gözetmeyenlere13 ve (böylece) Bizim ayetlerimizi
umursamayanlara gelince: 8 yapageldikleri
[bütün o kötülüklerden] ötürü onların varacağı yer ateştir.
9 [Ama],
doğrusu, imana erişip doğru ve yararlı işler yapanlara gelince, Rableri
imanlarından dolayı onları doğru yola eriştirmektedir. [Ahirette] nimetlerle
dolu hasbahçelerde onların ayakları altında14 dereler, ırmaklar çağıldayacaktır; 10 orada [o mutluluk makamında] onlar
“Ey Allahım! sınırsız kudret ve izzetinle ne yücesin!” diye çığrışırlar;15 ve onlara, “Size selâm olsun” diye karşılık
verilir;16 bunun üzerine onlar da son söz olarak: “Bütün
övgüler, âlemlerin Rabbi olan Allah'a özgüdür!” derler.
11 [İMDİ],
eğer, onların iyilik [olarak gördükleri şeyin kendilerine] ulaşmasını aceleyle
istedikleri gibi, Allah da insanlara [günahları yüzünden hak ettikleri] şerri
tezelden verseydi, onların sonu çarçabuk gelmiş olurdu!17 Ama Biz, Bizimle ergeç
karşılaşacaklarına inanmayanları18 o kurumlu
azgınlıkları içinde körcesine bocalayıp dururlarken kendi hallerine bırakırız.
12 Zaten,
insanın başına bir sıkıntı gelince yan yatarken de, oturup kalkarken de19 Bize yalvarıp yakarır; ama ne zaman ki
sıkıntısını gideririz, başına gelen sıkıntıdan kendisini kurtaralım diye sanki
Bize hiç yalvarıp yakarmamış gibi20 [nankörce] davranmaya devam eder! Kendi
güçlerini boşa harcayan (budala)lara,21 yapıp-ettikleri işte böyle güzel görünür.
13 Ve
gerçek şu ki, sizden önce, kendilerine gönderilen peygamberler onlara hakkın
apaçık delillerini getirdikleri halde [inat ve ısrarla] zulüm (ve kötülük)
yapmaya devam ettikleri zaman, nice nesilleri yok ettik; çünkü onlar [bu
delillere ya da peygamberlere] inanmayı reddettiler. Biz işte böyle
cezalandırırız, günaha gömülüp giden toplumları.22
14 Ve
derken sizi yeryüzünde onların ardılları kıldık ki nasıl davranacağınıza bakıp
değerlendirelim.
15 VE
[hal böyleyken:] ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığıyla kendilerine okunup
ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen kimseler, “Bize
bundan başka bir söylem/bir öğreti getir; ya da bunu değiştir”23 diyecek olurlar.
[Ey Peygamber] de ki: “Onu
kendiliğimden değiştirmem olacak şey değil; ben ancak bana vahyedilene uyarım.
Bakın, [bu konuda] Rabbime baş kaldıracak olursam, dehşet veren o [Büyük] Gün
(gelip çattığında) azabın [beni bulmasın]dan korkarım!”
16 De ki:
“Allah [başka türlüsünü] dileseydi, size bu [ilahî kelâmı] okuyup duyurmazdım;
O da size ulaştırmazdı onu. Gerçek şu ki, bu [vahiy bana gelmezden] önce bir
ömür boyu aranızda bulundum: öyleyse, yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?”24
17 Hem,
kendi uydurduğu yalanları Allah'a yakıştıran ya da O'nun ayetlerini yalanlayan
kimseden daha zalim kim olabilir? Doğrusu, (böyle yaparak) günaha gömülüp giden
kimseler kurtuluşa asla erişemeyeceklerdir;25 18 ve
[ne de] Allah'la beraber, kendilerine ne bir yarar ne de zarar verebilecek
durumda olmayan şeylere veya varlıklara kulluk edip [kendi kendilerine],
“Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımızdır”26 diyen [kimse]ler!..
De ki: “Göklerde ve yerde Allah'ın
bilmediği bir şeyi mi O'na haber verebileceğinizi sanıyorsunuz?27 (Yoo,) kudret ve egemenliğinde sınırsız olan
O'dur, ve insanların O'na, ilahlığında ortak yakıştırdıkları her şeyden
sonsuzcasına yücedir.
19 VE
[bil ki,] bütün insanlık sadece bir tek topluluk halindeydi, ama sonradan ayrı
görüşleri benimsemeye başladılar.28 Şayet (bu
konuda) Rabbinin katında önceden belirlenmiş bir karar olmasaydı düştükleri
bütün bu ayrılıklar [daha başlangıçta] çözümlenmiş olurdu.29
20 İMDİ
[hakkı inkar edenler]: “Ona niçin Rabbinin katından mucizevî bir alamet
indirilmiyor?” deyip duruyorlar.30
O halde, (onlara) de ki: “İnsanoğlunun
görüp algılayamayacağı şeylerin bilgisi ancak Allah'a özgüdür.31 Öyleyse, bekleyin [O'nun iradesi tecelli
edinceye kadar:] hem, ben de sizinle bekleyeceğim!”
21 Ve
[işte bunun gibi:] ne zaman kendilerine (bir) darlık dokunup geçtikten sonra
[bu tür] insanlara32 rahmet[imizden biraz]
tattırsak, hemen ayetlerimiz hakkında asılsız iddialar tasarlamaya başlarlar.33
De ki: “İnce tasarımda Allah [sizden
çok] daha tezdir!”
Dikkat edin! Bizim [görünmeyen]
habercilerimiz tasarlayıp durduğunuz her şeyi (inceden inceye) kaydedi-yorlar!
22 Sizi
karada ve denizde gezdiren O'dur. Öyle ki, gemilerle denize açıldığınızda,34 gemilerin elverişli bir rüzgarın önünde
yolcuları alıp götürdüğü zaman [olanları düşünün,] gemidekiler sevinç ve
güvenlik içinde hissederler kendilerini; derken bir fırtına yakalar gemiyi ve
dalgalar her yandan kuşatır onları, öyle ki, [ölümün] kendilerini çepeçevre
sardığını düşünürler de [o zaman] dinlerine sıkı sıkı sarılıp yalnızca Allah'a
yönelerek: “Bizi bu (felaketten) kurtarırsan, andolsun ki şükreden kimselerden
olacağız!” diye yalvarıp yakarırlar O'na. 23
Ne var ki, Allah onları bu [felaketten] kurtarır kurtarmaz, hemen
yeryüzünde haksız yere azgınlık yapmaya koyulurlar!35
Ey insanlar! Yaptığınız bütün
taşkınlıklar döne dolaşa yine kendinizi bulacaktır!36 [Yalnızca] bu dünya hayatının (geçici)
doyumları[nı] gözetiyorsunuz: fakat [hatırlayın ki,] sonunda Bize döneceksiniz
ve o zaman [hayatta] yapıp-ettiğiniz her şeyi size (eksiksiz) haber vereceğiz.
24 Bu
dünyadaki hayatın örnekçesi gökten indirdiğimiz yağmurunki gibidir ki onu,
insanların ve hayvanların beslendiği yeryüzü bitkileri emer,37 tâ ki yeryüzü gözalıcı görkemine kavuşup
süslenip bezendiği ve sakinleri onun üzerinde bütünüyle egemen olduklarına
inandıkları zaman,38 bir gece vakti yahut
güpegündüz (kıskıvrak yakalayan) hükmümüz iner ona; ve böylece onu kökünden
biçilmişe çeviririz, sanki dün de yokmuş gibi!39
Düşünen insanlar için işte Biz böyle
açık açık ve ayrıntılı olarak dile getiriyoruz ayetlerimizi!
25 (BÖYLE
yapmakla) [bilin ki] Allah, [insanı] huzur ve güvenlik ortamına çağırmakta ve
dileyeni dosdoğru bir yola yöneltmektedir.40
26 İyi ve
yararlı işler yapmakta sebatlı olanları (karşılık olarak) daha iyisi ve ondan
da fazlası41 beklemektedir. [Kıyamet Günü'nde] onların
yüzlerini ne bir kararma, ne de bir aşağılanma gölgelemeyecektir: İşte bunlardır
cennetlikler; orada ebedî kalacak olanlar.
27 Ama
kötü işler yapmış olanlara gelince; kötülüğün karşılığı kendisi kadar
olacaktır;42 ve Allah'a karşı kendilerini savunacak
kimseleri olmayacağına göre- (utanç) ve aşağılanma onları, sanki yüzlerini
kopkoyu bir gecenin karanlığı bürümüş gibi, gölgeleyecek:43 İşte bunlardır cehennemlikler; orada yerleşip
kalacak olanlar...
28 Çünkü,
bir gün onların hepsini bir araya toplayacağız ve [hayattayken] Allah'tan
başkalarına ilahlık yakıştıranlara: “Siz ve Allah'a ortak koştuğunuz o şeyler,
[o varlıklar ve güçler, hepiniz]44 olduğunuz
yerde kalın!” diyecek ve böylece onları birbirinden ayıracağız.45 Ve (o zaman) Allah'a ortak koştukları
kimseler, [vaktiyle kendilerine kul-köle olmuş olanlara]: “Sizin tapınıp
durduğunuz biz değildik;46 29 bizimle sizin aranızda hiç kimse Allah'ın yaptığı gibi şahitlik
yapamaz: gerçek şu ki, [bize] tapındığınızın farkında bile değildik”.47
30 O an
ve işte orada herkes geçmişte yapıp-ettiğiyle sorgulanacak; herkes Allah'a, O
yüceler yücesi gerçek sahibine döndürülecek;48 onların boş hayalleri kendilerini yüzüstü
bırakacaktır.
31 DE Kİ:
“Sizi göğün ve yerin ürünleriyle rızıklandıran kimdir?49 Yahut kimdir, işitme ve görme yetisi üzerinde
mutlak egemen olan? Kimdir, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran? Ve (yine)
kimdir var olan her şeyi çekip çeviren?”
Şüphesiz, diyecekler ki: “(Elbette)
Allah!”50
Öyleyse, de ki: “Peki, O'na karşı artık
gereken duyarlığı göstermeyecek misiniz? 32
(Hem de) O'nun, sizin Rabbiniz Allah olduğunu, Mutlak ve Nihaî Hakikat
olduğunu bildiğiniz halde!51 Çünkü, hakikat [terk
edildik]ten sonra, geriye sapıklıktan başka ne kalır? Öyleyse, hakikati nasıl
gözden kaçırabilirsiniz?”52
33 Böylece
günahkarca davranmaya eğilimli olanlar hakkında Rabbinin sözünün hak olduğu ortaya
çıkmış oldu: “Onlar inanmayacaklar”.53
34 De ki:
“O sizin tanrılaştırdığınız varlıklar arasında [hayatı] yoktan var edip de
sonra onu tekrar tekrar yaratan var mı?”54
De ki: “[Ancak] Allah'tır, [bütün
karmaşıklığıyla hayatı] yoktan var eden ve sonra tekrar tekrar yaratan. Hal
böyleyken, nasıl oluyor da, yanlış hükmediyorsunuz!”55
35 De ki:
“O sizin tanrılaştırdığınız varlıklardan hiç sizi hakka eriştiren var mı?”
De ki: “[Yalnızca] Allah'tır, hakka
eriştiren. Öyleyse, hakka eriştiren mi izlenmeye layıktır, yoksa kendisine yol
gösterilmedikçe bir başına doğru yolu bulamayacak durumda olan mı?56 Peki, ne oluyor size ve muhakemenize!”57
36 Onların
çoğu sadece zanna uymaktadırlar. Oysa, zan hiçbir şekilde hakkın yerini
tutamaz.58 Gerçek şu ki, Allah onların yaptıklarını
bütünüyle bilmektedir.
37 İmdi,
bu Kur’an, asla Allah'tan başkası tarafından tasarlanmış, uydurulmuş olamaz;
üstelik59 o, önceki vahiylerden hakikat adına bugüne
kalmış ne varsa onu doğrulayıp, âlemlerin Rabbinden [geldiğinden] şüphe olmayan
vahyi özlü bir biçimde açıklıyor.60
38 (Buna
rağmen) yine de,61 [hakkı inkara şartlanmış olanlar], “Onu
[Muhammed] uydurdu!” diyorlar.
[Onlara] de ki: “Eğer doğru sözlü
kimselerdenseniz, o zaman, onunkilere eş değer bir sure getirin; hem [bu iş
için] Allah'tan başka kimi yardıma çağırabilirseniz çağırın!”62
39 Hayır
hayır, aslında onlar özünü, hikmetini kavrayamadıkları ve önceden kendilerine
açıklanmamış her şeyi yalanlamaya eğilimliler.63 Onlardan önce gelip geçenler de işte böyle
gerçeği yalanlamaya yeltenmişlerdi. (Ger-çeği görmek istiyorsan) zalimlerin
sonunun nasıl olduğuna bir bak!
40 Onların
içinde bu [ilahî vahye] hemen inanacak olanlar olduğu gibi, sonuna kadar
inanmayacak olanlar da var;64 (ne
olursa olsun) senin Rabbin bozgunculuk yapanları çok iyi bilmektedir.
41 Bunun
içindir ki, [ey Peygamber] seni yalanlamaya kalkışırlarsa o zaman (onlara) de
ki: “Benim yapıp-ettiklerim bana [yazılacak], sizin yapıp-ettikleriniz de size:
ne siz benim yaptıklarımdan sorumlusunuz, ne de ben sizin yaptıklarınızdan
sorumluyum”.
42 Ve,
onların aralarında sana kulak verir gibi yapanlar var; ama, eğer akıllarını
kullanmıyorlarsa, sen sesini hiç sağırlara işittirebilir misin? 43 Ve yine onların aralarında sana
bakıyormuş gibi yapanlar var; ama, eğer göremiyorlarsa, sen hiç körlere doğru
yolu gösterebilir misin?
44 Gerçek
şu ki, Allah (hiçbir konuda) insanlara en küçük bir haksızlık yapmaz; fakat
insanların yine kendileridir kendilerine haksızlık yapan.
45 Ve o
Gün Allah onları [huzuruna] topladığı zaman [onlara öyle gelecek ki yeryüzünde]
sanki sadece tanışmalarına yetecek kadar (kısa bir süre), sadece gündüzün bir
saati kadar kalmışlar;65 (vaktiyle) Allah'ın
huzuruna çıkarılacakları uyarısını yalanlayan ve [bu yüzden] doğru yolu
tutmaktan geri duranlar (o Gün) bütün bütün yanılmış, kaybetmiş olacaklar.
46 Ve (bu
söylediklerimiz doğrultusunda) onlara [hakkı inkar edenlere] hazırladığımız
şeylerden66 bazılarını sana ya [bu dünyada] gösteririz ya
da [ceza gerçekleşmeden önce] senin canını alırız; [ama bil ki,] onların dönüşü
er geç Bizedir; ve Allah, onların bütün edip-eylediklerine tanıktır.67
47 HER
ümmet için mutlaka bir elçi olagelmiştir: ancak (her ümmetin) elçisi geldikten
[ve tebliğini yaptıktan] sonra onlar hakkında bütünüyle adaletle yargıda
bulunulur;68 ve onlara asla haksızlık yapılmaz.
48 Buna
rağmen yine de [hakkı inkar edenler:] “[kıyamet ve (nihaî) yargı hakkındaki] bu
söz ne zaman gerçekleşecek? Eğer doğru sözlü kimselerseniz [buna cevap verin,
ey siz inananlar]!” diye sorup duruyorlar.
49 [Ey
Peygamber] de ki: “Allah dilemedikçe, ben kendim ne bir zararı önleyecek ne de
kendime bir yarar sağlayabilecek güçteyim.69 Her ümmet için bir süre belirlenmiştir:
süreleri son bulunca, onu ne bir an geciktirebilirler, ne de
çabuklaştırabilirler”.70
50 De ki:
“Ya bir gece vakti, ya da güpegündüz, eğer O'nun azabı başınızda koparsa,
[neler hissedebileceğinizi] hiç düşündünüz mü? Günaha gömülüp gitmiş bir
toplumun bunu tezlikle istemesini gerektirecek nasıl bir umudu olabilir ki?71 51 Peki,
gelmesinde [meydan okurcasına] tezlik gösterdiğiniz (ve) şimdi [size, ‘Ona
inanıyor musunuz?’ diye sorulacağı o Gün]72 gelip çattıktan sonra mı, ancak o zaman mı,
ona inanacaksınız? 52 O Gün ki,
[dünya hayatında] haksızlık yapmaya eğilim gösterenlere, ‘Tadın bitmeyen azabı’
denecek, yapageldiğiniz işlerin karşılığından başkasıyla mı
cezalandırılıyorsunuz sanki?”73
53 Bazıları74 da sana, “Bütün bunlar gerçek mi?” diye
soruyorlar.
De ki: “Elbette! Rabbim hakkı için,
katıksız gerçek bu; ve sizler de [büyük sorgulamadan] asla kaçamayacaksınız!”
54 Haksızlık
yapan75 herkes, dünyadaki her şey onun olsa, [o Gün]
onu kurtulmak için fidye olarak verirdi.76 Ve [o zalimler kendilerini bekleyen] azabı
görünce pişmanlıklarını gösterecek gücü (bile) kendilerinde bulamayacaklar.77 Yine de onlar hakkında adaletle yargıda
bulunulacak; kendilerine zulmedilmeyecektir.
55 Dikkat
edin! Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır! Dikkat edin! Allah'ın
vaadi, başa gelmesinden şüphe edilmeyecek bir gerçektir; ne var ki, onların
çoğu bunu bilmez! 56 Hayatı bahşeden
ve ölümü takdir eden O'dur; ve sonunda hepiniz O'na dönmek zorundasınız.78
57 EY
İNSANLAR! İşte Rabbinizden size bir öğüt, kalplerde olabilecek her türlü
[darlık ve hastalık] için bir şifa79 ve [O'na]
inanan herkes için hidayet ve rahmet gelmiş bulunuyor.
58 Söyle
(onlara), Allah'ın bu cömertliği ve rahmetiyle işte böylece sevinsinler:
(sevinsinler ki,) bu onların toplayıp biriktirdiği her şeyden daha üstün, daha
iyidir!80
59 De ki:
“Hiç Allah'ın sizin için rızık olarak indirdiği şeyler üzerinde düşündünüz mü?
O rızıklar ki, bir kısmını yasaklıyor, bir kısmını da meşru görüyorsunuz”.81
De ki: “[Böyle yapmanız konusunda] size
Allah mı izin verdi; yoksa (düpedüz) kendi tahminlerinizi mi Allah'a
yakıştırıyorsunuz?”
60 Peki,
bu kendi yalanlarını Allah'a yakıştıranlar, Kıyamet Günü [başlarına gelecek
olan] hakkında acaba ne düşünüyorlar?
Gerçek şu ki, Allah insanlara karşı
sınırsız cömertlik göstermektedir; ama (ne yazık ki) onların çoğu şükrünü
bilmez.
61 VE
[SEN, ey Peygamber] hangi koşullarda olursan ol, bu [ilahî kitaptan] okunacak
hangi konuyu82 dile getirirsen getir ve [siz ey insanlar]
hangi işi yaparsanız yapın, [unutmayın ki] siz bu işlere giriştiğiniz an[dan
itibaren] Biz üzerinizde gözlemci bulunuyoruz:83 çünkü ne yerde, ne de gökte tartıya gelmeyecek
kadar küçük şeyler bile senin Rabbinin bilgisinden kaçamaz; ne bundan daha da
küçüğü, ne de bundan büyüğü yoktur ki [O'nun] apaçık takdirinde kaydedilmiş
olmasın.
62 Unutmayın
ki, Allah'a yakın olanların84 korkmaları için bir sebep yoktur; onlar acı ve
üzüntü çekmeyecekler. 63 Onlar,
imana erişip Allah'a karşı hep bilinçli ve duyarlı kalmaya çalışan kimselerdir.
64 Onlar için hem bu dünya hayatında85 hem de sonraki hayatta müjdeler var. Ve
Allah'ın vaadlerinde asla bir değişme olmayacak [olduğuna göre], işte budur en
büyük zafer, en büyük başarı!
65 Bu
itibarla, [hakkı inkar edenlerin] sözleri sana acı ve sıkıntı vermesin. Çünkü
kudret ve üstünlük bütünüyle Allah'a özgüdür:86 her şeyi işiten O'dur, her şeyi özüyle bilen
O.
66 UNUTMAYIN
Kİ, göklerde ve yerde kim varsa hepsi ister istemez Allah'a aittir; hal
böyleyken, peki, Allah dışında tanrısal nitelikler yakıştırılan varlıklara87 yalvarıp yakaran kimseler (böyle yapmakla)
neye uyuyorlar? Sadece zanna uyuyorlar; yalnızca tahmine dayanıyorlar. 67 [Oysa,] bağrında dinlenesiniz diye
geceyi ve [işlerinizi] görüp gözetesiniz diye gündüzü var eden O'dur;88 işte bunda, dinleyip [ders almak] isteyen
insanlar için ayetler vardır.
68 (Bütün
bu açıklamalardan sonra [yine de]), “Allah kendine bir oğul edindi!” diyorlar.
O yüceler yücesi, kendisine yakışmayacak niteliklerden kesinlikle uzaktır!89 Her bakımdan mutlak olarak kendine yeterlidir:
göklerde ve yerde var olan her şey O'na aittir! Sizinse elinizde bu [tür
iddialarınızı] destekleyecek hiçbir deliliniz yoktur! Hal böyleyken,
bilemeyeceğiniz şeyi mi Allah'a yakıştırıyorsunuz?
69 De ki:
“Kendi uydurdukları yalanı Allah'a yakıştıranlar asla esenliğe
erişemeyeceklerdir!” 70 [Kısa süren]
bir tutunmadır bu dünyadaki; ve sonra onların dönüşü er geç Bize olacak: Ve Biz
de, hakkı inat ve ısrarla inkar etmelerinin karşılığı olarak onlara o çok
yoğun, çok şiddetli acıyı tattıracağız.
71 (ŞİMDİ
artık) onlara Nûh'un başından geçenleri anlat; hani o, kavmine: “Soydaşlarım!”
demişti, “eğer benim [aranızdaki] konumum ve Allah'ın ayetlerini size bildirmem
zorunuza gidiyorsa,90 bilin ki, ben Allah'a
güveniyorum. Öyleyse, artık [bana] yapacağınızı yapmak için91 hem kendi gücünüzü hem de Allah'tan başka
tanrılık yakıştırdığınız yardımcılarınızı92 bir araya toplayın; bir kere ne yapacağınıza
karar verdikten sonra da artık girişeceğiniz eylem sizi tasalandırmasın;93 [neye ki karar verdiyseniz] bana karşı artık
elinizden geleni ardınıza komayın; hem de bana hiç soluk aldırmadan! 72 Beri yandan, eğer [size ulaştırdığım
mesajdan] yüz çevirirseniz, [hatırlayın ki,] ben sizden bir karşılık beklemiş
değilim; benim ücretim(i ödemek) Allah'tan başkasına düşmez; çünkü ben kendini
O'na teslim edenlerden biri olmakla emrolundum”.
73 (Bütün
bu uyarılara rağmen) o'nu yalanlamaya kalkıştılar! Ve Biz de o'nu ve gemide
o'nunla birlikte olanların hepsini kurtarıp (yeryüzüne) mirasçı kıldık;94 ayetlerimizi yalanlamaya kalkışanları ise suda
boğduk:95 İmdi, bir bak, uyarıldıkları halde uymayan
insanların sonu nasıl olurmuş!
74 VE
SONRA, o'nun ardından -her birini kendi toplumlarına olmak üzere-96 [başka] elçiler gönderdik; öyle ki o'nlar da
hakkın apaçık delillerini ortaya koydular; fakat onlar bir kere yalanlamış
bulundukları şeye (sonradan) bir türlü inanmak istemediler:97 haddi aşanların kalplerini Biz işte böyle
mühürleriz.98
75 Bu
[ilk peygamberlerden] sonra Musa ve Harun'u ayetlerimizle Firavun ve onun
seçkinler çevresine gönderdik: ne var ki onlar, günaha gömülüp gitmiş bir
topluluk oldukları için, büyüklük tasladılar, 76 Öyle ki, kendilerine katımızdan hak geldiği zaman, “Bakın, bu
düpedüz bir büyü!”99 dediler.
77 Musa:
“Size hak geldiğinde hakkında böyle mi konuşursunuz?” dedi, hiç büyü olabilir
mi, bu? Hem de, büyücülerin mutlu sona asla ulaşamayacakları ortadayken!”100
78 [Seçkinler:]
“Bizi atalarımızı inanç ve uygulama olarak izler bulduğumuz yoldan çevirmeye ve
böylece ikinizin bu ülkede söz sahibi kimseler olmanızı sağlamaya mı geldin?
Her ne hal ise, size, ikinize101 inanmıyoruz!” dediler.
79 Ve
Firavun “En usta sihirbazları bana getirin!” diye emretti.
80 Sihirbazlar
gelince Musa onlara: “Haydi atın atmak [istediğinizi]!” dedi.
81 Böylece
onlar [asâlarını] atıp [gözbağcılık yoluyla izleyenleri etkileyince]102 Musa onlara: “Bu yaptığınız sihirden başka bir
şey değil; Allah bunu mutlaka boşa çıkaracaktır! Gerçek şu ki, Allah
bozgunculuk yapanların işini asla ileri götürmez. 82 Tersine, kelimeleriyle103 ancak
hakkın ortaya çıkmasını sağlar; günaha gömülüp giden insanlar bundan hoşnut
olmasalar da!”
83 Firavun
ve onun seçkinler çevresi kendilerine zulmeder korkusuyla104 [başkaları geri dururken] kavminden ancak
birkaç kişi Musa'ya olan inançlarını açıkladılar:105 çünkü Firavun ülkede gerçekten de nüfûz ve
iktidar sahibiydi, ve üstelik ölçüsüz, acımasız biriydi.
84 Musa:
“Eğer Allah'a inanıyorsanız” dedi, “eğer gerçekten O'na bağlanıp kendinizi O'na
teslim etmişseniz, öyleyse artık güvenin O'na!”
85 Bunun
üzerine onlar da: “Biz güvenimizi Allah'a bağlamışız! Ey Rabbimiz, bizi zalim
bir topluluğun elinde rüsvay etme!”106 dediler.
86 “Hakkı inkar eden bu toplumun
elinden lütfunla kurtar bizi”.
87 Biz de
Musa ile kardeşine: “Şehirde halkınız için bazı evleri sığınak edinin” diye
vahyettik, “ve [onlara deyin ki] ‘Evlerinizi ibadet yerine107 dönüştürün; ve namazda devamlı ve kararlı
olun!’ Ve [sen ey Musa!] inananları [Allah'ın yardımıyla] müjdele!”
88 Ve
Musa: “Ey Rabbim!” dedi, “gerçek şu ki, Sen Firavun ve onun seçkinler çevresine
dünya hayatında görkem ve zenginlik verdin; öyle ki, bunun sonucu olarak onlar
da, ey Rabbim, [başkalarını] Senin yolundan çeviriyorlar!108 Ey Rabbimiz, öyleyse artık onların
zenginliklerini silip yok et, (ve böylece) kalplerini katılaştır; çünkü çetin
azabı görmedikçe inanmayacaklar!”
89 [Allah:]
“Bu dileğiniz kabul olundu”109 dedi,
“öyleyse, siz ikiniz dosdoğru yolda sabır ve sebatla devam edin ve [doğru
nedir, eğri nedir] bilmeyenlerin yolunu izlemeyin!”
90 Derken
İsrailoğulları'nı denizin öte yakasına geçirdik; bunun üzerine Firavun ve
ordusu hışımla onların ardına düştü, [denizin dalgaları onları örtüp de
Firavun] boğulmak üzereyken: “Elhak, inandım,”110 dedi, “İsrailoğulları'nın inandığı Tanrı'dan
başka tanrı yok! Ve ben de artık kendini yürekten O'na teslim eden
kimselerdenim!”
91 [Ona]:
“Ancak şimdi mi?”111 denildi, “Oysa, bu güne kadar [Bize] hep
başkaldırmış ve bozguncular arasında yer almıştın! 92 [İmdi,] bugün senin sadece bedenini kurtaracağız112 ki, senden sonra gelecek olanlar için
[uyarıcı] bir işaret olsun; çünkü, gerçek şu ki, insanların çoğu ayetlerimize
karşı umursamazlık gösteriyor!”
93 Derken,
İsrailoğulları'na son derece güzel, emin bir yurt tayin ettik113 ve kendilerini temiz ve hoş rızıklarla
rızıklandırdık. Ama, ne zaman ki [vahiy yoluyla] kendilerine (hakikat)
bilgi(si) geldi, ancak o zaman aralarında çekişmeye, farklı görüşler
benimsemeye başladılar: Allah, çekişmeye düştükleri her konuda Kıyamet Günü
aralarında elbette hüküm verecektir.114
94 BÜTÜN
bunlardan sonra, [ey insanoğlu], sana indirdiğimiz şey[in doğruluğun]dan hâlâ
şüphede isen,115 önceki çağlarda vahyedilmiş metin-(leri)
okuyan kimselere sor:116 [O zaman anlayacaksın
ki] Rabbinden sana gelen haktır. O halde, artık şüphecilerden olma. 95 Allah'ın ayetlerini yalanlayan
kimselerden olma ki, kendini kaybedenler arasında bulmayasın.
96 Gerçek
şu ki, haklarında Rablerinin sözü [yargısı] gerçekleşmiş olanlar117 imana erişemeyeceklerdir. 97 Kendilerine her türlü kanıtlayıcı belge gelse bile, tâ ki [öte
dünyada kendilerini bekleyen] o çok can yakıcı azabı gözleriyle görünceye
kadar...118
98 Çünkü,
ne yazık ki,119 Yunus toplumundan başka, [bütün bireyleriyle
topyekun] imana erişen ve böylece imanının (vereceği huzur ve güvenliği) tadan
herhangi bir cemaat çıkmadı henüz.120 (Yunus'un soydaşları) inandıkları zaman, dünya
hayatında [sürüklenebilecekleri] alçalmanın, bayağılaşmanın yol açacağı acıyı
ve sıkıntıyı onlardan uzaklaştırdık ve belli bir süre varlıklarını sürdürmeleri
için kendilerine fırsat verdik.121
99 [İşte
bunun gibi] Rabbin eğer öyle olmasını dileseydi, yeryüzünde yaşayan herkes
topyekun imana erişirdi:122 Hal böyleyken,
insanları inanıncaya kadar zorlayabileceğini mi sanıyorsun, 100 hem de, hiç kimsenin, Allah'ın izni
olmadıkça123 asla imana erişemeyeceği ve aklını
kullanmayanlara alçaltıcı, bayağılaştırıcı [inançsız]lığı musallat edenin O
olduğu (gerçeği) ortadayken?124
101 De ki:
“Göklerde ve yerde var olanlara bakın da düşünün!”
Ne var ki, inanmayacak olan bir topluma
ne ayetlerin, ne de uyarmaların bir yararı dokunabilir! 102 O halde, kendilerinden önce gelip geçen [inkarcıların yaşadığı
felaket] günlerinden başka günler mi bekliyorlar?
De ki: “Öyleyse, [olacak olanı]
bekleyin bakalım; doğrusu ben de sizinle beraber bekleyeceğim!”
103 [Çünkü
bu konudaki değişmeyen uygulama şudur: hakkı inkar edip ayetlerimizi
yalanlamaya kalkışanların felaketlerini hazırlarız;] ve buna karşılık
elçilerimizi ve imana erişenleri kurtarırız.125 İşte bize hak olan, böylece inananları
kurtarmamızdır.126
104 [EY
PEYGAMBER,] de ki: “Ey insanlar, eğer benim imanımdan şüphede iseniz, [bilin
ki,] kulluk etmem, sizin Allah'tan başka kulluk ettiğiniz varlıklara;127 ben yalnızca, sizi[n hepinizi] öldürecek olan
Allah'a kulluk ederim:128 çünkü ben [yalnız O'na]
inanan kimselerden biri olmakla emrolundum”.
105 [Ey
İnsanoğlu,] işte böyle (sen de) yüzünü, yalancı, aldatıcı şeylerden bütünüyle
arınmış olarak,129 sebat ve samimiyetle [gerçek] inanca çevir;
Allah'tan başkasına tanrılık yakıştıranlardan olma. 106 Sana ne bir yarar, ne de bir zarar verebilecek durumda olmayan
varlıkları Allah'la beraber anıp onlara yalvarıp yakarma: çünkü, eğer böyle
yaparsan muhakkak ki zalimlerden olursun!
107 Ve
[bil ki,] eğer senin başına Allah bir darlık, bir sıkıntı saracak olsa, O'ndan
başka onu giderecek yoktur: Ve eğer hakkında iyilik, genişlik diliyorsa, O'nun
lütuf ve cömertliğini engelleyebilecek kimse de yoktur; O lütuf ve cömertliğini
kullarından dilediğine nasip eder. Çünkü çok acıyan-esirgeyen gerçek
bağışlayıcı O'dur.
108 [EY
PEYGAMBER,] de ki: “Ey insanlar, şimdi size Rabbinizden hakikat (bilgisi)
gelmiş bulunuyor artık. Bundan böyle her kim ki doğru yolu izlemeyi seçerse,
bunu kendi lehine seçmiş olacaktır; ve her kim ki sapıklığı seçerse, yine bunu
kendi aleyhine seçmiş olacaktır. Sizin davranışınızdan sorumlu değilim ben”.
109 [Sana
gelince, Ey Muhammed, sen de] yalnızca sana vahyedilene uy ve Allah hükmünü
verinceye kadar sabret: çünkü hükmedenlerin en iyisi O'dur.
DİPNOTLAR
1 Bkz.
Ek II.
2 Canlı
bir varlığı nitelediği zaman “hakîm” sözcüğüyle
çevirilmesi mümkün olan hikmet terimi
burada hikmet taşıyan, hikmet bildiren
şey ya da vasıta anlamına
geliyor. Bazı klasik müfessirler (Taberî gibi) burada sözü geçen “ilahî
kitap”tan kasdın bir bütün olarak Kur’ân olduğu
görüşündeyken, diğerleri (Zemahşerî gibi) bununla özellikle bu surenin işaret
edilmiş olduğu görüşündedirler.
Sonraki ayetler gözönünde
bulundurulacak olursa, ilk görüş bize daha tercihe şayan görünüyor.
3 Bu
atıf önceki surenin son kısmıyla ve özellikle “[Ey insanlar,] size kendi
içinizden bir Elçi gelmiştir” cümlesiyle ilgilidir (9:128; keza bkz. 50:2'de 2.
not).
4
Lafzen, “doğrulukta (sıdk) öne
geçtiklerini (kadem)”. Sıdk terimi, kişinin duyup düşündükleri
ile söylediği, yaptığı yahut bir tutum, bir tavır olarak sergilediği şey
arasındaki uyumu, bağdaşmayı ifade etmektedir.
5
Lafzen, “doğrusu, o apaçık bir sihirbaz (sâhir)”
-Kafirler bununla, “kendi içlerinden çıkan bu adamın” (yani, Muhammed (s)'in)
gerçekte Allah'tan herhangi bir vahiy almadığını, fakat sadece büyüleyici,
etkileyici bir belâgatla (bu anlam örgüsü içinde sihr sözcüğünün anlamı budur) yandaşlarını sürüklediğini söylemek
istiyorlar. Kur’ân'ın da sık sık işaret ettiği gibi bu itham yalnızca Muhammed
(s)'e değil, inanmayanlar tarafından önceki peygamberlere de yöneltilmiştir.
“Hakkı inkar edenler” terimi, bu anlam örgüsü içinde, özellikle ilahî vahiy
fikrini ve dolayısıyla peygamberlik olgusunu peşinen (a priori) reddeden
kimselere işaret etmektedir.
6 Bkz.
7. sure, 43. not. İlahî vahye inanmak, doğal olarak, var olan her şeyin
kaynağı, varlığı kendinden başka hiçbir şeye bağlı olmayan yaratıcısı olarak
Allah'ın varlığına inanmayı da gerektirdiği için, surenin girişindeki Kur’ânî
vahye ilişkin atfı, Allah'ın yaratıcı kudretinin anılması, hatırlatılması
izlemiştir.
7
Lafzen, “hiçbir şefaatçi yoktur, O'nun izninden sonra olmadıkça”. Karş. 2:255
-“Kim şefaat edebilir O'nun katında, O'nun izni olmadan?” Bu öğretileriyle
Kur’an, yaşayan ya da ölmüş bulunan peygamber ve velîlerin şartsız ya da
kendiliklerinden şefaat ve aracılık yapabilecekleri yolundaki avamî (popular)
inancı reddetmektedir. Kur’an'da başka yerlerde de işaret edildiği gibi (örn.
20:109, 21:28 ya da 34:23), Allah, dünya hayatında tevbeleri ve olumlu
çabalarıyla Allah'ın bağışlamasını ve hoşnutluğunu (rızâ) zaten kazanmış
bulunan günahkarlar için Yargı Günü'nde peygamberlere sembolik olarak şefaat
etme, kayırma izni verecektir (bkz. 19:87 ve ilgili 74. not); bir başka
ifadeyle, peygamberlere verilen şefaat hakkı ya da yetkisi, bu anlamda, sadece
Allah'ın bu günahkarları bağışlamasının bir ifadesi olacaktır. Yukarıda
bağımsız ve şartsız şefaatin reddedilmesi, Allah'ın sadece ilimde “vasıta”
kabul etmeyen ‘Âlim-i Mutlak olduğunun değil, fakat aynı zamanda O'nun
değişmeyen, mutlak irade sahibi Tek İlah olduğunun da ifadesidir. Bu anlamda
yukarıdaki ayet, Allah'ın yaratıcı kudretinden söz eden daha önceki ayetle
bağlantılıdır. (Bkz. aşağıda 27. not.)
8 Yani,
onu yeni bir yaratıcı eylem ve iradeyle yeniden diriltecektir. Burada, yu‘îduhû (onu yeniden ortaya
çıkarır/yeniden yaratır) fiilinin insanın bireysel dirilişine ilişkin olduğu
sonraki ayetten de açıkça anlaşılmaktadır. Halk
ismi ilk planda “yaratma” eylemini (başlangıçta var olmayan şeyi var etmek
eylemini), sonra yaratmanın sonuç ya da hedefini, yani “yaratılmış varlık” (ya
da “varlıklar”) ve nihaî olarak da,
kelimenin “insan” türünü işaret eden çağrışımı içinde “insanlık”ı ifade eder.
9
“Yakıcı umutsuzluk” olarak hamîm
sözcüğüne ilişkin çevirimiz için bkz. 6. sure, 62. not.
10 Her
ikisi de “ışık” ya da “aydınlık”ı gösterdikleri için ziyâ ve nûr isimleri sık
sık birbirlerinin yerine kullanılabilmektedirler; fakat çoğu dilbilimci ziyâ (ya da dav’) teriminin daha yoğun bir ışığı çağrıştırdığı ve dolayısıyla,
güneşin ya da ateşin ışığında olduğu gibi, “kendi gücüyle var olan bir ışığı”,
yani bir “ışık kaynağını” belirtmek
için kullanıldığı; ama nûr teriminin,
varlığı “başka bir şeyin varlığıyla kaim olan”, yani ay gibi ışığını başka bir
kaynaktan alan aydınlığı ifade ettiği görüşündedirler (Tâcu'l-‘Arûs'a dayanarak Lane V, 1809).
11
Lafzen, “Allah bunu ancak hak olarak yaratmıştır” yani, her yanıyla hikmetli
olan küllî bir planla uyumlu olarak belli bir amacı gerçekleştirmek üzere
(Zemahşerî, Beğavî, Râzî): evrende bilfiil (existent) ya da bilkuvve
(potential) var olan soyut ya da somut her şeyin anlamlı olduğuna, belli bir
amaca dayandığına; hiçbir şeyin “tesadüfî” olmadığına işaret eden bir ifade.
Karş. 3:191 -“Ey Rabbimiz! Sen bunları[n hiçbirini] anlamsız ve amaçsız (bâtılen) yaratmadın”; ve 38:27 -“Biz,
hakikati inkar edenlerin sandığı (zann)
gibi, göğü ve yeri ve ikisi arasındaki şeyleri bir amaç ve anlamdan yoksun
yaratmadık”.
12 Lafzen,
“Bizimle karşılaşacaklarını ummayanlar [beklemeyenler]”: sözü geçen kimselerin
ölümden sonraki hayata ve dolayısıyla Allah'ın nihaî yargısına inanmadıklarını
dile getiren bir ifade.
13 Lafzen,
“onunla doyuma ulaşanlara...” -yani, bu dünya hayatına var olan tek realite
olarak bakan ve ölümden sonra dirilme fikrini, hayal olarak görüp ciddiye
almayanlar.
14 Lafzen,
“onların altlarından”.
15 Lafzen,
“orada onların çığırışı (da‘vâ) ...”
ilh.
16 Lafzen,
“Orada onların (birbirlerine) dirlik, esenlik dilemeleri ‘selâm’ (olsun şeklinde) [olacak]tır”. Selâm teriminin açıklaması ve sözcüğün iç huzura erme, yetkinlik ve
kötü olan her şeye karşı güvenlik içinde olma yönündeki esas çağrışımları için
bkz. 5. sure, 29. not.
17 Lafzen,
“kendileri için belirlenmiş süre[nin sonu] gerçekleştirilmiş olurdu:” ilk
planda, insanın zayıf yaratılışlı (karş. 4:28) ve dolayısıyla günaha yatkın
olduğunu; ikinci olarak, Allah'ın Kendisi için rahmet ve merhameti ilke olarak
seçtiğini (bkz. 6:12 ve ilgili not) ve sonuç olarak da, günahkar kimseleri
çevre ve ortamı hesaba katmadan cezalandırmayacağını ve onlara tevbe edip doğru
yola girmeleri için zaman verdiğini îma eden bir ifade.
18 Bkz.
bu ayetin ilgili olduğu 7. ayet.
19 Bu
üçlü mecazî ifade, insanın kendini içinde bulduğu mümkün değişik durum ya da
konumları dile getirmek üzere Kur’an'da sık sık kullanılmaktadır. Felaket
anlarının çaresizlik duygusu içinde “Allah'a yalvarıp yakarmak” ifadesi,
kendini “bilinemezci” (agnostic) sayan ve pozitif düşünce saplantısı içinde
Allah inancını kendilerine yakıştıramayan pek çok insanın bu gibi durumlardaki
içgüdüsel tepkisini dile getiriyor. (Bkz. yine aşağıda 22-23. ayetler ve keza
6:40-41.)
20 Lafzen,
“Başına gelen sıkıntıdan ötürü sanki Bize (ilâ)
hiç yalvarmamış gibi”.
21 Çoğu
yerde (örn. 5:32 ya da 7:81) “aşırılığa düşmüş; aşırılığa meyleden; aşırı
davranan; savurgan; tutumsuz” ya da (6:141'de olduğu üzere) “boşa harcayan”
kişi anlamına gelen müsrif terimi,
yukarıdaki anlam akışı içinde, “kendi
kendini heder eden, harcayan” (Râzî), yani sadece bedensel dürtülerine
bağlı kalıp, ahlakî yükümlülüklerden, ahlakî endişelerden uzak kalan ve böylece
ruhsal yetilerini boşa harcayan kişi anlamında kullanılmıştır. (Karş. Kur’an'da
sık sık kullanılan ve bizim “kendi kişiliklerini boşa harcayanlar” olarak
tercüme ettiğimiz ellezîne hasirû
enfusehum ifadesi.) Burada kullanılan anlamıyla isrâf (lafzen “savurganlık” ya da “ölçü, itidal eksikliği”) terimi
hemen hemen, önceki ayette geçen tuğyân
(kibirli/kurumlu azgınlık, taşkınlık) teriminin eş anlamlısıdır (Menâr XI, 314) ve aynı tip insana
yakışan davranış tarzına işaret eder. “Yapıp-ettikleri kendilerine güzel
görünür” ifadesi, hayat boyunca “kendilerini, kendilerine verilen güç ve
yetileri boşa harcayanlar”ın düşüncesiz rahatlıklarını, budalaca kendilerinden
hoşnutluklarını dile getirmektedir.
22 Karş.
6:131-132. Bizim “kendilerine gönderilen peygamberler” diye çevirdiğimiz ifade
aslında “onların peygamberleri” şeklindedir. Günahkarların inanmaya yanaşmamaları, orijinal metinde, ve mâ kânû li-yu’minû (ve inanmadılar)
ifadesiyle verilmektedir.
23 Zımnen
şunu demek isterler: “neyin eğri neyin doğru olduğu konusunda bizim kendi
görüşlerimize uyan bir öğreti getir”. Yukarıda ayette geçen ifade, (hem Hz.
Peygamber zamanında hem de sonraki çağlarda) pek çok bilinemezci (agnostic)
tarafından Kur’an'ın ahlaka ve ahirete ilişkin öğretilerine yöneltilen son
derece indî eleştirilere ve özellikle böylelerinin, Kur’an'ın Muhammed (s)'in
kendi “uydurması” olduğu ve dolayısıyla kendi kişisel görüşlerinden başka bir
şey ifade etmediği yolundaki iddialarına ilişkin îma yollu bir atıf
durumundadır. “Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen kimseler”
ifadesi için bkz. yukarıda 12. not.
24 Hz.
Peygamber'in diliyle ifade edilen bu muhakemenin iki yönlü bir yüklemi vardır.
Çok genç yaşlarından beri Muhammed (s) çevresinde dürüstlüğü, güvenilirliği ve
tutarlılığıyla tanınmıştır, o kadar ki Mekkeli hemşehrileri bu yüzden ona el-emîn (“Dürüst, Güvenilir”) sıfatını
yakıştırmışlardır. Buna ilaveten, (döneminde Araplar arasında oldukça yaygın
bir eğilimin tersine,) o hayatı boyunca ne bir tek mısra şiir “düzmüş”, şiir
söylemiş, ne de kendisine özgü bir belagatle dikkatleri üzerine çekmişti.
“Öyleyse, nasıl telif edebilirsiniz,” diye soruluyor müşriklere, “Muhammed
(s)'in asla yalan söylemeyen biri olduğu yolundaki ömürlük gözlemlerinize
dayanan eski kanaatinizle, o'nun Kur’an'ı kendi muhayyilesinden çıkarıp sonra
da Allah'a isnad ettiği yolundaki şimdiki zanlarınızı. Hem nasıl mümkün
olabilir, kırk yaşına kadar ne şiir alanında ne de felsefî düşünce alanında
herhangi bir ilgi ya da yatkınlık göstermemiş olan birinin; aranızda bütünüyle ümmî, eğitimsiz olarak bilinen birinin
Kur’an gibi dil ve üslubunda kusursuz, insan psikolojisindeki vukuf ve
görüşlerinde onun kadar nüfûz edici, iç mantığında onun kadar ikna edici bir
eser ortaya koyması?”
25 Yani,
öte dünyada. Yukarıdaki anlam akışı içinde, “birinin kendi uydurduğu yalanları
Allah'a izafe ya da isnad etmesi” ifadesi, özellikle, Muhammed (s)'in böyle
yaptığı yolundaki haksız ithama ilişkin görünüyor; “Allah'ın ayetlerine yalan
gözüyle bakmak” ifadesi ise, böyle bir suçlamada bulunan ve dolayısıyla
Kur’an'ı reddeden kimselerin tutumunu yansıtmaktadır (Râzî).
26 Bu
ifadeyle söylem yeniden bu surenin 3. ayetinde temas edilen “şefaat” meselesine
dönüyor. Cümlenin baş kısmının lafzî çevirisi şöyledir: “Ve kendilerine ne
zarar veren ne de yarar sağlayan şeye kulluk ederler” -Bu, hem somut putları,
mücessem sembolleri, hem de kavramsal ve soyut imajları îma eden bir ifadedir.
Belirtilmelidir ki burada örtülü (elliptic) olarak geçen “onlar” zamiri, daha
önce kendilerinden “Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen kimseler”e
(bir başka ifadeyle, ölümden sonra kalkışı ve Yargı Günü'nü inkar edenlere)
işaret etmemektedir; çünkü yukarıdaki ayette sözü edilen kimselerin, çarpık ve
sapık bir biçimde de olsa, ölümden sonrasına ve insanın Allah huzurunda hesaba
çekileceğine açıkça inandıkları anlaşılıyor; bu kusur, onların taptıkları
şeyleri “kendilerinin Allah katındaki şefaatçileri” olarak görmelerinden de
bellidir.
27 Bu
ayetle, herhangi bir kimsenin Allah katında izinsiz ve koşulsuz olarak şefaat
edebileceğine, Allah'la kul arasında aracı bir rol üstlenebileceğine inanmanın,
kullarını günahları ve erdemleriyle her an ve bütün şartlar altında bilen ve
gözeten Allah'ın mutlak ve sınırsız ilmini inkar anlamına geldiği daha iyi
anlaşılıyor. (Allah'ın, peygamberlerine sembolik olarak vermesi sözkonusu
olabilecek “şefaat” iznine gelince, bu konuda bkz. yukarıda 7. not).
28 Lafzen,
“ve sonra [aralarında] anlaşmazlığa düştüler”. “Bir tek topluluk” (ümmeten vâhideten) teriminin açıklanması
için bkz. 2. sure, 197. not. Yukarıdaki anlam akışı içinde bu ayet, sadece
insanlığın bir zamanlar içinde bulunduğu mütecanis topluluk halini değil, aynı
zamanda, Kur’an'da sık sık temas edildiği üzere, bütün insanların zihinsel ve
ruhsal yaratılış itibariyle Allah'ın varlığını, birliğini ve sınırsız kudret ve
egemenliğini kavrayabilecek bir yapıda olduklarına da zımnen işaret etmekte ve
insanı temel kavrayıştan uzaklaştıran bütün eğriliklerin, aslında, onun
doğuştan getirdiği yeti ve yatkınlıklara zamanla yabancılaşmasından doğan zihnî
karışıklıkların ürünü olduğunu îma etmektedir.
29 Lafzen,
“ayrılığa düştükleri bütün konularda aralarında hüküm verilmiş olurdu”: yani,
Allah katından, ilahî vahyin temas ettiği meselelere yaklaşımlarında ayrılığa
düşecekleri, farklı görüşleri benimseyecekleri yolunda önceden irade edilmiş
bir karar olmasaydı -ki ayette geçen “kelime”
sözcüğünün bu akış içinde anlamı budur- hakkın ne olduğu konusunda kendilerine
apaçık deliller, burhanlar ulaştıktan sonra artık birbirleriyle ihtilafa
düşmezler, tersine daha başından aynı görüşleri benimseyip sonuna kadar onlara
bağlı kalırlardı (karş. 2:253 ve ilgili 245. not). Oysa, böyle bir tek
örneklilik insanların zihnî, ahlakî ve toplumsal gelişmelerini önleyeceği için,
Allah, insan aklını vahyin
rehberliğiyle destekliyerek hakkı seçmeyi ve ona götüren yolu bulmayı
insanların kendi ihtiyarına bırakmıştır. (Keza bkz. 2. sure, 198. not.)
Yukarıda parantez içindeki kısım 2:213'le bağlantılı olarak okunmalıdır.
30 Yani,
Muhammed (s)'e, kendisinin gerçekten Allah'ın mesajını taşıyan biri olduğunu
kanıtlayacak mucizevî bir burhan (yukarıda 1-2 ve 15-17. ayetlerde işlenen
temayı özetleyen şüpheci bir itiraz ifadesi); bkz. keza 6:37, 109 ve özellikle
konuyla ilgili 94. not. “Onlar” zamiri, önceki pasajlarda sözü geçen kafirlerin
her iki kategorisini birden îma ediyor: hem “Allah'ın huzuruna
çıkarılacaklarına inanası gelmeyen” tanrıtanımaz (atheist) ya da bilinemezci
(agnostic)leri, hem de Allah'a inanmakla birlikte “O'na ortak yakıştıran”,
birilerini O'nun yanında şefaatçi ya da aracı olarak benimseyen kimseleri (bkz.
18. ayet).
31 Bu
cevap yalnızca Allah'ın niçin Muhammed (s)'e, o'nun peygamberliğini isbat
edecek mucizevî bir alamet indirmediği sorusuyla değil, aynı zamanda
peygamberlik görevi için niçin o'nun seçildiği sorusuyla da ilgilidir. Bu
konuda bkz. 2:105 (“Allah, dilediğini rahmetine ulaştırır”) ve 3:73-74 “Allah
(rahmet ve cömertliğinde) sınırsızdır, her şeyi bilendir, dilediğine rahmetini
bağışlar.”
32 Yani,
7, 11, 12, 15, 18 ve 20. ayetlerde sözü geçen iki kategoriden insanlar.
33 Lafzen,
“Ayetlerimize karşı hemen bir tertipleri olur”. Bu cümlenin başında yer alan izâ takısı, beklemeden, hemen ya da ansızın
olan şeylere işaret ettiği için çeviri için en uygun ifadenin “hemen
ayetlerimiz hakkında ... ilh.” olacağını düşündük. Allah'ın ayetleri bütünüyle
kavramsal, bütünüyle akla ve idrake hitab eden bir mahiyette olduğuna göre,
“onlara karşı tertip içinde olmak”, açıktır ki, ancak bu mesajların ilahî
kaynaktan oldukları gerçeğine şüphe gölgesi düşürmeyi ya da onların öngördüğü
ilke ve öğretileri “çürütme”yi amaçlayan asılsız iddia ve itirazlar tasarlamak
anlamına gelir. Vahye karşı umursamazlık (agnosticism) ve çarpık-inançlılık
üstüne yukarıda geçen söylem sonraki iki ayette sözü geçen gemiciler meseliyle
devam edecektir.
34 Lafzen,
“tâ ki, gemilerde olduğunuz zaman ...” ilh. Zemahşerî'nin de belirttiği gibi,
bu cümleciğin başında gelen “tâ ki” (hattâ)
edatı, müteakip cümlecikte sözü geçen fırtınanın ansızın kopmasına ilişkindir,
“gemilerde bulunma” eylemine değil. Hemen belirtmeliyiz ki, bu noktada anlatım,
doğrudan “siz” hitabını bırakarak neredeyse beklenmedik bir tarzda üçüncü çoğul
şahıstan söz eden bir söyleme dönüşüyor: bu, belli ki, müteakip anlatımın
temsîlî karakterini vurgulayıp, onu herkes için geçerli bir ders, bir ibret
halinde daha tesirli bir biçimde dile getirmeyi amaçlayan bir üslup
hususiyetidir.
35 Bkz.
(yukarıdaki pasajın temsîlî bir örnekle yansıttığı) 12. ayet ve ilgili notlar.
36 Lafzen,
“azgınlıklarınız (bağy) sadece kendi
aleyhinizedir”. Karş. sık tekrarlanan Kur’ânî ifade: “kendi kendilerine yazık
etmiş oldular” (zalemû enfusehum, lafzen,
“kendi kendilerine zulmettiler/zulmetmiş oldular”): bu, her kötü ya da yanlış
davranışın ruhsal planda kaçınılmaz olarak onu işleyenin kendisini
yaraladığını, kendisini yoksullaştırdığını ifade etmektedir.
37 Lafzen,
“kendisiyle yeryüzü bitkilerinin karıştığı”.
38 Yani,
nereye kadar gidecekleri konusunda makul hiçbir sınır tanımadan tabiata hakim
olduklarına inanmış oldukları zaman. Burada, zuhruf teriminin hemen her zaman bir sunîlik, yapaylık ve
gayritabii olana ilişkin bir çağrışım taşıdığı ve bu çağrışımıyladır ki, ayette
kendisinden sonra geçen izzeyyenet
fiiliyle belli bir uyum ve bütünleşme gösterdiği fark edilecektir. Bunun
içindir ki, yukarıdaki temsîlî cümlenin tamamı, insanoğlunun tabiatla işbirliği
ve bağdaşma içinde değil, fakat onunla düşmancasına göğüs göğüse gelerek
teknolojik etkinlikleriyle gerçekleştirdiği yapay ve aldatıcı “bezek ve görkem”
olarak anlaşılabilir.
39 Lafzen,
“sanki (daha) dün var değilmiş gibi”: klasik Arapça'da, bir şeyin bütünüyle yok
olup gözden silinmesini dile getirmek için kullanılan deyimsel bir ifade (Tâcu'l-‘Arûs).
40 Yahut:
“dilediğini dosdoğru bir yola yöneltmektedir”. Burada ve daha pek çok yerde
“huzur ve güvenlik” sözcükleriyle ve başka bazı yerlerde de “kurtuluş”
sözcüğüyle aktardığımız selâm terimi
için bkz. 5. sure, 29. not. Açıktır ki, dâru's-selâm
terimi sadece -cennet temsîlinde işaret edilen- öte dünyadaki nihaî esenlik
ortamını değil, fakat aynı zamanda gerçek müminin bu dünyadaki ruh durumunu,
yani onun Allah'la, tabii çevresiyle ve kendisiyle barış ve bağdaşım içindeki
huzurlu, güvenli ruh durumunu da ifade etmektedir.
41 Yani,
fiilen hak ettiğinden fazlası (karş. 6:160 -“kim ki [Allah'ın huzuruna] iyi bir
iş ve davranışla çıkarsa, bu yaptığının on katını kazanacaktır”). Keza bkz.
27:89 için 79. not.
42 İyi
davranışlar için vaad edilen kat kat “mükafat”ın tersine, kötülüğün karşılığı
eylemin kendisi kadardır, onunla orantılıdır. (Keza bkz. 41:50'nin son cümlesi
ile ilgili 46. not.)
43 Lafzen,
“kopkoyu geceden bir parçayla/kütleyle”.
44 Lafzen,
“siz ve şürekanız (tanrılaştırdıklarınız)”; karş. 6. sure, 15. not. Mekânekum ifadesi (lafzen, “yeriniz”,
yani deyimsel ifade olarak “yerinizde kalın!”) bir aşağılama ve tehdit unsuru
taşımaktadır.
45 Yani,
Allah'tan başka varlıkları tanrılaştıran kimseleri, bir zamanlar tapındıkları
bu varlıklardan ayıracağız (Taberî, Beğavî): kendileriyle sahte tapınma
nesneleri arasında gerçekte hiçbir varoluşsal bağın bulunmadığının müşrikler
tarafından anlaşıldığını dile getiren mecazî bir ifade (karş. 6:24, 10:30,
11:21, 16:87 ve 28:75 -“uydurdukları şeyler/yalancı görüntüler onları terk etti
[ya da terketmiş olacak]”). Keza, bkz. bundan sonraki iki not.
46 Yani,
“tapındığınız, gerçekte, haricî nesnelerle özdeşleştirip üstünü örttüğünüz
kendi heva ve hevesleriniz, kendi ihtiraslarınızdı”; başka bir deyişle, burada,
birtakım putlara, imajlara, tabiat güçlerine, azîzlere ve peygamberlere
tapınmanın, gerçekte sadece tapınanların kendi şuuraltı istek ve arzularının
yansıtılmasından ibaret olduğu işaret ediliyor. (Karş. 34:41 ve ilgili 52.
not.)
47 Böylece
Kur’an, ölümlerinden sonra, ortada bunu gerektirecek hiçbir sebep olmadığı
halde, sempatizanları tarafından tanrılaştırılan velîlerin, peygamberlerin,
kendilerine yöneltilen bu sapık tapınma eyleminden sorumlu tutulmayacaklarını
açıklamış oluyor (karş. 5:116-117); ayrıca, put, ikon, tasvir gibi cansız
tapınma nesnelerinin de kendileriyle onlara tapınan kimseler arasında herhangi
bir ilgi ya da bağın bulunduğunu sembolik olarak reddedeceklerdir.
48 Yani,
Allah'ın birliğini, biricikliğini ve sınırsız kudret ve yüceliğini kavrayıp
tasdik etmek idrakine; yani, bu gerçeği fark edip anlayabilecek bir yatkınlık
içinde yaratılmış olan gerçek insan tabiatına geri döndürülecek (bkz. 7:172).
49 Rızk (“hayatı
devam ettirmek için gerekli olan geçimlik her türlü şey”) terimi burada,
“gökler ve yer”le ilgili atfı ve sonra da “kulak ve gözler”le ilgili ifadeyi
açıklayacak biçimde, sözcüğün hem maddî hem de ruhanî çağrışımlarıyla
yüklenmiştir.
50 Burada
hitab edilen kimselerin, önce bazı varlıkların belli tanrısal ya da
yarı-tanrısal niteliklerle donanmış olduğuna ve dolayısıyla tanrılıkta Allah'a
şu ya da bu bakımdan ortak olduklarına, sonra da bu tür varlıklara tapınmanın
insanı Allah'a yaklaştıracağına inanan kimseler olduğu anlaşılıyor. Rasûl'ün
diliyle kendilerine yapılan hitaba verdikleri cevaptan da anlaşılacağı gibi, bu
tür bir inanç, içinde Allah'ın varlığına da yer vermektedir (karş. 7:172 ve
ilgili 139. not); fakat Allah'ın birliği, eşsiz ve ortaksız olduğu gerçeğini
dışarda bıraktığı içindir ki, böyle insanların Allah'a olan inançlarını gerçek
anlamından, manevî değerinden yoksun bırakmaktadır.
51 Lafzen,
“işte budur [ya da böyledir] sizin Rabbiniz olan Allah, O Mutlak ve Nihaî
Gerçek” -yani, “şunu kendiliğinizden biliyor, anlıyorsunuz ki, O'dur her şeyi
yaratan ve yöneten Tek İlah; O'dur var olan her şeyin ardındaki Mutlak ve Nihaî
Gerçek”; (bkz. 20. sure 99. not), bunu bu kadarıyla görüp kabul etmeniz, O'na
ilahlığında hiçbir şekilde ve hiç kimseyi kesinlikle ortak koşmamanızı, O'ndan
başka hiçbir varlığa az ya da çok tanrısallık yakıştırmamanızı gerektiriyor.
52 Lafzen,
“O halde, nasıl döndürülüyorsunuz?” -yani, haktan.
53 Bkz.
2. sure, 7. not, keza 8:55 ve ilgili 58. not. Bu özel anlam örgüsü içinde
“Rabbin sözü” terimi, Allah'ın, bilerek günahı seçenler ve hakkı inkar
edenlerle ilgili tutumuyla, sünnetiyle (sünnetullâh)
eş anlamlı görünüyor (Menâr XI, 359).
Ennehum'daki enne edatı (lafzen, “ki onlar”), ilahî “kelime”nin bildirdiği
gerçeği işaret ettiğine göre bu edatla başlayan cümleyi üstüste iki noktadan
sonra vermeyi daha uygun bulduk.
54 Bu
belâgatli soru, putperestçe tapınılan varlıkların kendilerine tapınanlarla
Allah arasında “aracı” bir rol oynadıkları yolundaki çarpık inançla ilgilidir
(bkz. yukarıda 18. ayet) ve bu soruyla, bu çarpık inancı taşıyanların bile bu
tür varlıklara hiçbir şekilde bir yaratma ve ölümden sonra diriltme kudreti
yakıştıramayacakları ortaya konmaktadır. Keza bkz. bu surenin 4. ayetine
ilişkin 8. not. En geniş anlamıyla bu soru (ve onu izleyen cevap) mutlak
surette Allah iradesine dayalı doğum, ölüm ve bir devr-i dâim halinde canlı
tabiatın her köşesinde açıkça görülen, gözlenen yeniden canlanma, yeniden
hayata dönme (regeneration) olgusuna işaret etmektedir.
55 Bkz.
5. sure, 90. not.
56 Cansız
putlarla, tasvirlerle “doğru yolu bulma” gücü ya da kavramı arasında bir ilişki
kurulamayacağına göre, yukarıdaki pasaj, açıktır ki, kendilerine uluhiyet izafe
edilen -ölmüş ya da halen yaşayan- canlı varlıklara işaret etmektedir: canlı
varlıklar derken, bunlar avamî (popular) hayal gücünün kendilerine Allah'ın
sıfatlarını kısmen ya da tamamen yakıştırdığı hatta bazan kendilerini Allah'ın
yeryüzündeki tecellisi ya da tecessümü olarak gördüğü azîz yahut velî olarak
bilinen kimseler, peygamberler, melekler vb. dir. Allah'ın doğru yolu göstermesine
gelince, bu, Allah'ın insana her şeyden önce hem doğru düşünme gücü, bilinçli
muhakeme gücü, hem de içgüdü ve sezgi gücü bahşetmiş ve böylece onu doğru yolu
ve doğru davranmanın yasalarını kavrayıp izleyebilme imkanıyla donatmış
olmasıyla gerçekleşmektedir (Zemahşerî).
57 Lafzen,
“[ve] nasıl hükmediyorsunuz?”
58 Lafzen,
“zan [bir kimseyi] asla hakka karşı umursamaz kılmaz (lâ yuğnî);” yani, zan; kimseyi, [sonraki ayette temas edilen]
sahici vahiy yoluyla elde edilebilecek müsbet düşünce ve sezgiden âzâde kılmaz.
Burada (ve anlaşıldığı kadarıyla bu surenin 53. ayetinin ilk cümlesinde) işaret
edilen kimseler, hakla bâtıl arasında gidip gelen kararsız agnostikler, vahye
ilgisiz kalmayı seçen bilinemezcilerdir. -Başta İbni Hazm olmak üzere büyük
İslam hukukçularından bazıları, Kur’an ve Sünnet'te açıkça belirtilmeyen ama
zımnen ya da dolaylı biçimde îma edildiği var sayılan ilke ve yasaların
çıkarsanmasında kıyâs yolunun
(“benzetme yoluyla çıkarsama, istihrâc”) meşru olmadığı yolundaki görüşlerini
bu ayete dayandırmaktadırlar. Bu ayetin tefsirinde Râzî bu görüşü şöyle
özetliyor: “Bu fakihler her türlü kıyasın zan ifade ettiğini, zannınsa [dinle
ilgili meselelerde] hiçbir şekilde kabul edilebilir olmadığını, çünkü “zannın
asla hakikatin yerini tutamayacağını söylemektedirler”. (Keza bkz. 5:101-102 ve
ilgili 120-123. not).
59 Lafzen,
“tersine” (ve lâkin) -olumsuz
herhangi bir iddianın imkansızlığını vurgulayan bir sözcük.
60 Yukarıdaki
pasajın anlamı iki yönlüdür: İlki, Kur’an'ın bir bütün olarak ortaya koyduğu
hikmet ve tutarlılık onun bir insan, bir ölümlü tarafından uydurulmuş olmasını
bütünüyle imkansız kılmaktadır; ve ikincisi de, Kur’an bütün öteki peygamberler
aracılığıyla insanoğluna ulaştırılan küllî ve değişmeyen gerçekleri doğrulamak
ve onlara son bir ifade biçimi kazandırmak üzere vahyedilen bir mesajdır. Sözü
geçen gerçekler öyle gerçeklerdir ki, soyut planda aslında hep değişmeden
kalmışlardır ama sonraları insanlar tarafından ya yanlış yorumlanarak, ya
ekleme ve kısaltmalarla tahrif edilerek ya da orijinal ifade biçimleriyle
yazılı bulundukları metinler kısmen ya da tamamen kaybedilerek gölgelenmiş,
üzerleri örtülmüş, anlaşılmaz hale gelmişlerdir. Mâ beyne yedeyhi ifadesi için bizim bu anlam örgüsü içinde “[önceki
vahiylerden] bugüne kalmış ne varsa” şeklindeki aktarımımıza ilişkin bir
açıklama için bkz. 3. sure, 3 not.
61 Beğavî'nin
kaydettiği gibi, büyük dilbilimci Ebû ‘Ubeyde Ma‘mer b. el-Musennâ'ya göre
cümlenin başındaki em edatı her zaman
soru belirtmez; fakat, Kur’an'ın başka bazı yerlerinde olduğu gibi, burada da ve bağlacının fonksiyonunu görür ki bu
durumda ayetin yukarıdaki gibi tercüme edilmesi uygun olacaktır.
62 Karş.
2:23 ve ilgili 15. not.
63 Lafzen,
“henüz özü, aslî anlamı kendilerine gelmemiş iken, ilmini ihâta edemedikleri,
kavrayamadıkları şeyi yalanladılar”. Klasik müfessirlerin çoğu bu cümleyi bizim
aktardığımız gibi açıklamışlardır; bununla birlikte Taberî ve Beydâvî gibi
bazıları te’vîl (“nihaî [ya da asıl]
anlam”) terimini 7:53'de kullanıldığı anlamıyla yorumlamışlardır (bkz. bizim bu
bölüme ilişkin tercümemiz ve ilgili 41. not).
64 Bu
ayette iki kez geçen yu’minûn fiili
burada, sırayla “inananlar” ve “inanmayanlar” şeklinde şimdiki zaman ya da
geniş zaman ifade ettiği gibi, “inanacak olanlar” ve “inanmayacak olanlar”
şeklinde gelecek zaman da ifade edebiliyor. Taberî ve İbni Kesîr (bizim
yaptığımız gibi) ayeti kesin olarak gelecek zaman anlamıyla tefsir ederken,
Zemahşerî ve Râzî gibi diğer bazı müfessirler geniş ya da şimdiki zamanı tercih
etmişler ama öteki yorumu da caiz görmüşlerdir. (Keza bkz. Menâr XI, 380.)
65 Yani,
aralarında muhtelif beşerî bağlarla birbirlerine bağlı bulundukları bu dünyada
geçen hayatları, kıyametten sonra kendilerini bekleyen sonrasız hayata kıyasen,
(bkz. 79:46'ya ilişkin 19. not) birbirleriyle olan tüm ilgi ve bağların kopup
son bulduğu bir an kadar kısa gelecek onlara. Ayrıca bkz. kafirlerin Kıyamet
Günü'ndeki durumunu tasvir eden 6:94: “işte şimdi bize yapayalnız geldiniz,
tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi”; ve aynı ayette daha sonra: “sizin [dünyadaki
hayatınız ile] aranızdaki bağlar artık kesilmiştir...”
66 Lafzen,
“onlara vaad ettiklerimizden ...” ya da “onları korkuttuğumuz şeylerden ...”
yani, hakkı bile bile inkara kalkışmanın tabii sonucu olarak bazan bu dünyada
da kaçınılmaz biçimde başa gelen ceza...
67 Yukarıdaki
ayet, Kur’ânî vahyin gerçekliğini kabule yanaşmayan çağdaşlarıyla ilgili olarak
ilk ağızda Hz. Peygamber'e hitab etmektedir. Bununla birlikte, en geniş
anlamıyla ayet, doğru yolda yaşamanın hayat boyu darlık ve acılara mal olduğunu,
beri yandan pek çok zalim ve hak tanımaz insanın görünüşte hiçbir sıkıntı
çekmeden fütursuzca hayatın tadını çıkarmasına fırsat verildiğini görüp çelişik
gibi görünen bu durumu anlaşılmaz bulabilecek her mümine hitab etmektedir.
Kur’an, bu dünya hayatının öte dünya hayatı yanında çok kısa olduğunu, insan
kaderinin (yapıp-ettiklerinin) bütün gerçeğiyle asıl öte dünyada ortaya
çıkacağını bildirerek görünüşteki bu paradoksu nihaî çözüme ulaştırıyor. Karş.
3:185 -“Kıyamet Gün'ü yapıp-ettiklerinizin karşılığı size tam olarak
ödenecektir... çünkü bu dünya hayatı(na düşkünlük) aldatıcı bir zevkten başka
bir şey değildir.”
68 Lafzen,
“ve elçileri geldiğinde, artık onların arasında bütünüyle hakça bir karar
verilir”. Bu ayet başlıca iki hususun altını çizmektedir: (a) vahyin insanlık
tarihi boyunca sürekliliğini; uzun süre hiçbir toplumun, çağın ya da uygarlığın
(ki ümmet terimine verilebilecek
anlamlardan biri de budur) peygamberî rehberlikten yoksun bırakılmadığını ve
(b) Allah'ın, “bir toplumu ya da bir ümmeti, fertleri [doğru ile yanlışın
anlamından] habersiz olduğu sürece cezalandırmadığı; çünkü yargılamanın ancak
onların [bilinçli] eylemlerinden dolayı yapıldığı” (bkz. 6:131-132) yolundaki
doktrin ya da ilke.
69 Zımnen,
“Tabiatüstü bir güce sahip olmadığıma göre, insanın duyu ve algı alanını aşan
şeyler (ğayb) hakkında bir şey
söyleyemem”.
70 Bkz.
7:34 ve ilgili 25 ve 26. notlar. Bu anlam akışı içinde “süreleri son bulunca”
ifadesi özellikle Son Saat'in ve Hesap Günü'nün gelip çatmasını işaret
etmektedir.
71 Lafzen,
“Günaha gömülüp gitmiş bir toplum (mücrimûn)
(azabın gelmesinden) ne (umarak) acele ediyor”; bu ifadenin anlamı Zemahşerî'ye
göre: “(Allah'ın vereceği) her türlü ceza müthiş ve çetindir; insana ancak
kaçıp kurtulma duygusu vermesi gerekir; dolayısıyla onu tezlikle istemek için
ortada hiçbir sebep olamaz”. Böyle bir istek, olsa olsa, inkarcıların, Son
Saat'in bir gün gelip çatacağı yolundaki gerçeği, ona inanma eğilimi
duymaksızın sadece tecessüs sonucu olarak test etmeğe kalkmalarının (yukarıda
48. ayet) ve ayrıca Muhammed (s)'in peygamberlik görevinin kanıtı olmak üzere
Allah'ın kendilerini hemen cezalandırması yolundaki alaycı taleplerinin bir
ifadesidir (karş. 6:57-58 ve 8:32, ayrıca ilgili notlar). -“Gece vakti ya da
güpegündüz” ifadesi, Hesap Günü'nde zalimlerin başına çökecek olan felaketin
ansızın ve beklenmedik bir biçimde karşılarına çıkacağını vurgulamak içindir.
72 Yani,
“artık çok geç olduğunda” (Taberî, Zemahşerî, Râzî; bizim aktarırken yaptığımız
ilaveler bu otoritelere dayanmaktadır).
73 Lafzen,
“Kazanıp durduğunuz şeyden başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?”
74 Lafzen,
“onlar” -yani, vahye karşı ilgisizlikleri, bilmezlikten gelici tutumlarıyla
kararsızlık içinde seyreden ve yukarıda 36. ayette belirtildiği gibi “yalnızca
zan(larına) tâbi olan” kimseler (Menâr
XI, 394).
75 Burada,
Hz. Peygamber'i bile bile yalanlayıp Kur’an'ın mesajını reddederek.
76 Karş.
3:91 ve ilgili 71. not.
77 Eserrahû
fiili, öncelikle, “onu gizledi” ya da “saklı tuttu” anlamına geliyor; bu
itibarla, eserru'n-nedâmete (geçmiş
zaman kipinde çekilmiş olmasına rağmen yukarıdaki anlam akışı içinde, açıktır
ki, gelecekteki bir olayı göstermektedir) cümleciği, “pişmanlıklarını
gizleyecekler” şeklinde tercüme edilebilir. Bununla birlikte, Kur’an'ın konuyla
ilgili başka pek çok açıklaması gözönünde bulundurulursa Hesap Günü'nde
günahkarlar, pişmanlıklarını gizlemek şöyle dursun, tersine, telaş ve dehşet
içinde bütün güçleriyle asıl bunu belirtmeye çalışacaklar; bunun içindir ki
bazı müfessirler (örn. Ebû ‘Ubeyde'ye dayanarak Beğavî) bu tekil ayette eserrû fiilinin ilk anlamının karşıtını
ifade ettiği görüşünü ileri sürmüşler ve cümleyi, “pişmanlıklarını açığa
vuracaklar” şeklinde yorumlamışlardır. Ne var ki, oldukça kuvvetli görünen bu
yoruma, başta Ebû Mansûr el-Ezherî olmak üzere bazı dilbilimciler tarafından,
dilbilimsel açıdan şiddetle karşı çıkılmıştır (karş. Lane IV, 1337); Bütün bu
mülahazalar ışığında, eserra fiilinin
“gizlemek” anlamı veren ilk çağrışımı bütünüyle gözardı edilemeyeceğine göre,
yukarıdaki Kur’ânî cümlenin (Zemahşerî'nin yorumladığı yönde) gayriihtiyarî
olarak “gizlemek” anlamında mecazî boyutuyla anlaşılması ve netice olarak
bundan, günahkarların, son derece derin pişmanlıklarını gösterecek gücü
kendilerinde bulamadıkları anlamının çıkarılması gerekmektedir.
78 Lafzen,
“hepiniz O'na geri döneceksiniz” -çünkü, “var olan her şey [çıktığı kaynak
olarak] hep O'na dönmektedir” (11:123).
79 Yani,
hakka, hakikate ve ahlakî güzelliklere ters düşen ne varsa hepsi için bir şifa,
bir arınma vasıtası.
80 Bu
ayet, 57. ayette, Kur’an'ın insana, bu dünyada güzel ve insan onuruna yakışan
bir yaşama tarzı ve manevî huzura götüren bir yol ile ahiret saadetini teklif
ettiğini bildiren ifadeyle bağlantılıdır. Rızk
terimi, 2. sure, 4. notta da belirtildiği gibi, ister maddî anlamda olsun (ilk
akla gelen anlamıyla “geçim vasıtaları”), ister zihnî anlamda (akıl, sezgi,
bilgi, muhakeme gibi) ve isterse manevî ya da ruhanî planda olsun (iman,
cömertlik, hilm, sabır gibi) insan için iyi, güzel ve yararlı olan her şeyi
ifade edecek kadar geniş bir çağrışım alanına sahiptir. Bu itibarla sözcük,
ahlaken kınanan, kaçınılan ve maddî ya da toplumsal planda muzır olan şeyleri
ya da olguları değil, münhasıran olumlu ve yararlı şeyleri, vasıtaları işaret
etmek için kullanılır.
81 Lafzen,
“ve buna rağmen onun bir kısmını harâm,
bir kısmını da helâl saydınız”. Rızık olarak nitelendirilebilecek her
şeyi Allah “sizin için indirdiğine” (enzele
‘aleykum) ve böylece insanın onlardan yararlanmasını istediğine göre, meşru
bir yaşama tarzı içinde bütün bunların kullanılması da kendiliğinden meşru ve
helal demektir (Zemahşerî). Kur’an tarafından bilhassa yasaklanmamış olan her
şeyin ilke olarak meşru ya da mübah olduğu düsturu uyarınca, bu ayet insanlar
tarafından konan ya da sun‘î olarak Kur’an'a ve Hz. Peygamber'in sünnetine “isnad” edilen tüm
yasaklamalara karşı kesin bir tavır ortaya koymaktadır. (Menâr XI, 409 vd.; ayrıca bkz. bu surenin 36. ayetine ilişkin 58.
not; keza 5:101-102 ve ilgili notlar.) En geniş anlamıyla bu ayet, vahiyle
yönlendirilmekten kaçınan ve “zandan başka bir şeye bel bağlamayan” (36. ayet)
kimselerle ilgilidir.
82 Yahut:
“O'ndan hangi meseleyi (discourse: kur’ân) okursan oku”.
83 Lafzen,
“tanıklar bulunuyoruz”; öznenin yüceltme vurgusu için çoğul kullanılmasıyla
uyumlu olsun diye orijinal metinde nesne de çoğul kullanılmıştır. Bu cümlenin
baş kısmında muhatabın tekil olmasından anlaşıldığı üzere, ayette Hz.
Peygamber'e ve onun Kur’an tilâvetine (seslendirmesine,
dile getirmesine) özel olarak atıfta bulunulması, ilahî vahyin insan hayatı
için taşıdığı büyük, gözardı edilemez önemini vurgulamak içindir.
84 Veliye fiili
(velî ismi ve bu ismin çoğulu olan evliyâ’ sözcüğü de bu fiilden
türetilmiştir) öncelikle bir şeyin bir başka şeye yakın olmasını ifade eder; bu
anlamda Kur’an'da (örn. 2:257 ve 3:68'de), Allah'ın “inananlara yakın” (velî) olduğundan söz edilmektedir. Velî terimi münhasıran Allah için
kullanıldığında, ya da münhasıran insanlar arası ilişkiyi belirtmek üzere insan için kullanıldığında her ne kadar
Kur’an'da “yardımcı”, “dost”, “koruyucu” vb. anlamlar yükleniyor olsa da,
sözcüğün bu ikincil anlamlarından hiçbiri -Allah'a karşı gözetilmesi gereken
saygıyı zedeler gibi olduklarından- insanın Allah'a karşı tutumunu ya da
O'nunla olan ilişkisini tanımlamak için uygun gözükmemektedirler. Sonuç olarak,
yukarıda, müminleri Allah'ın evliyası olarak
tanımlayan ifadenin, onların Allah'a karşı hep bilinçli ve duyarlı kimseler
olması anlamında, “Allah'a yakın olanlar” ifadesiyle aktarılması yerinde
olacaktır. Bu aktarım klasik müfessirlerin hemen hepsi tarafından da
desteklenmiştir.
85 Yani,
Allah'a yakınlık duygusunun verdiği huzur ve mutluluk ve bunun sonucu olarak
ruhî ve manevî itminan.
86 ‘İzzet ismi,
anlam olarak hem üstün kudret kavramını, hem de onur ve yücelik kavramlarını
kapsamaktadır. Bu sözcüğün başka bir dile aktarılması, geçtiği anlam örgüsüne,
sözün akışına bağlıdır; ve bazan da -burada olduğu gibi- sözcüğün yukarıda
temas edilen anlamlarının hepsini birden ifade etmeye çalışmak zorunludur.
87 Lafzen,
“ortaklara”, yani Allah'a yakıştırılan ortaklara (bkz. 6. sure, 15. not.) Bu
ayetin başında iki kere geçen men
(“her kim”) zamiri, müşriklerin tanrısal güçler ve nitelikler yakıştırdığı
canlı ve akıl sahibi varlıklara işaret etmektedir. Kur’an, insan olsun, melek
olsun bütün akıl sahibi varlıkların tâbiyet olarak Allah'a ait olduğunu (yani,
evrende var olan başka her şey gibi, onların da varoluş şartı ve sebebi olarak
bütünüyle Allah'a bağlı olduklarını), bu itibarla hiçbir tanrısal nitelikleri
ve dolayısıyla, kendilerine tapınmayı gerektirecek bir mahiyetleri olmadığını
belirterek bu kabil müşrikçe anlayışlara karşı çıkıyor.
88 Bkz.
14:32-33 ve ilgili 46. not; bu anlam örgüsü içinde “gün” ve “gece” terimlerinin
taşıdığı özel anlam için bkz. vahyediliş sırası olarak bu sureden daha önceki
bir döneme ait 27:86 üzerine 77. not.
89 Bkz.
2. sure, 96. not.
90 Zımnen,
“bu ayetler atalarınızdan devraldığınız müşrikçe inançlara ters ya da aykırı
düşüyor diye”. Bu surenin 71-73. ayetlerinde kısaca temas edilen Hz. Nûh
kıssası en ayrıntılı ve uzun biçimde 11:36-48'de anlatılmaktadır (ayrıca bkz.
7:59-64). Kıssaya burada temas edilmesi, yukarıda 47. ayetle ve dolayısıyla bu
surenin ana fikriyle olan bağlantısı sebebiyledir: yani, Allah'ın buyruk ve
iradesini insanlara peygamberleri vasıtasıyla ulaştırdığı gerçeğiyle ve O'nun
mesajlarını yalanlayanların öte dünyada çekmeleri mukadder azapla.
91 Lafzen,
“girişeceğiniz eylemin yönünü belirlemek için”; (bu anlam akışı içinde emr teriminin ifade ettiği anlam budur).
92 Lafzen,
“[Allah'a koştuğunuz] ortaklarınız”. Terim üzerine yapılmış bir açıklama için
bkz. 6. sure, 15. not.
93 Orijinal
metindeki kısa ve vecîz ve dolayısıyla aktarılması zor olan “girişeceğiniz
eylemin (emrukum) yönü ya da mahiyeti
size herhangi bir sıkıntı ya da kararsızlık vermesin” ifadesi için oldukça
serbest bir çeviridir, bu.
94 Yani,
“onları [diğerlerinden] fazla yaşattık” (Zemahşerî). Halâif (tekili halîf ya
da halîfe) terimi için tercih
ettiğimiz karşılık hakkında bkz. 2. sure, 22. not.
95 Bkz.
7. sure, 47. not.
96 Lafzen,
“elçileri [kendi] kavimlerine gönderdik” -Muhammed (s)'den önceki
peygamberlerden her birinin belli bir kavme ya da cemaate gönderildiğini, Arap
toplumunun içinden çıkan Hz. Peygamber'in ise, bütün insanlığa hitab eden
evrensel bir mesaj tebliğ eden ilk ve son peygamber olduğunu îma eden bir
ifade.
97 Karş
7:101 ve ilgili 82. not.
98 Bkz.
2. sure, 7. not.
99 Lafzen,
“bu büyüden başka bir şey değil”: Son peygamber Muhammed (s)'e karşı yapılan
itirazlara benzer biçimde. (Bkz. bu surenin 2. ayeti ve ilgili 5. not.) Hz.
Musa'nın kendilerine tebliğ ettiği mesajın büyüleyici, derinden sarsıcı
etkisini dile getiren bir suçlama.
100 Bu son
cümlenin vurguladığı husus, “büyü” ya da “sihir” olarak nitelendirilen şeyin,
herhangi bir gerçek ve manevî muhtevadan yoksun, geçici bir görüntüden başka
bir şey ortaya koyamayacağı, küllî çerçevesi itibariyle Kur’an'da Allah'ın yolu
olarak tanımlanan tabiat ilke ve kanunlarının üstüne çıkamayacağı hakikatidir.
Hz. Musa ile sihirbazların ve sonrakilerin ihtidasına dair kıssa, her ikisi de
bu sureden önce vahyedilmiş olan A‘râf
ve Tâ-Hâ surelerinde oldukça
ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
101 “Siz
ikiniz” şeklindeki ikili hitap Hz. Musa ve Harun'la ilgilidir.
102 Yukarıdaki
ilave, 7:116'ya dayanmaktadır; ayrıca bkz. 20:66'nın ikinci paragrafı.
103 Burada
“Allah'ın kelimeleri”nden kasıt, Allah'ın peygamberlerine indirdiği vahiy
olduğu kadar, O'nun tarafından vaz‘edilen tabiat kanunlarında kendini gösteren
O'nun yaratıcı iradesidir de (Menâr
XI, 468). Benzer bir ifade 8:7 ve 42:24'de de geçmektedir.
104 “‘Alâ havf”
ifadesi, imanlarını açığa vurmaktan çekinmeyenlere izafeten, “korku[ların]a rağmen” anlamıyla yorumlanacak olursa,
yukarıdaki cümlenin anlamı şöyle olacaktır: “Firavun ve onun seçkinler
çevresinin kendilerine zulmedecekleri yolundaki korkularına rağmen, kavminden
küçük bir grup Hz. Musa'ya olan inançlarını açığa vurdu”. Ayet'in bu yolda
anlaşılması, bizim tercümemizi destekleyici yönde, çoğunluğun korku yüzünden
imanlarını açığa vurmaktan kaçınmış olduğu
anlamını da içinde taşıyacaktır.
105 Lafzen,
“Musa'ya inandılar”. Ayetin (Türkçe söz dizimi itibariyle zorunlu olarak başa
gelen -T.ç.n.) devamı, burada söz konusu olanın, imanın kendisi değil onun açığa vurulması olduğunu gösterdiği için
bizim aktarımımız da bu yönde olmuştur. Zürriyet
(lafzen, “nesil/kuşak”) terimine gelince, terimin çok kere “bir kimsenin
soyundan gelen küçük bir grup insan [ya da birkaç kişi]” anlamında
kullanıldığını belirten güvenilir pek çok kaynak bulunmaktadır (Taberî, Beğavî,
Râzî ve İbni Kesîr'in kaydettiği üzre İbni ‘Abbâs; Taberî ve İbni Kesîr'in
kaydettiğine göre Dehhâk ve Katâde); bunun içindir ki, biz de terimi bu yönde
aktardık. Kur’an, bazı Mısırlıların da Hz. Musa'nın tebliğ ettiği mesajlara
inanıp bu inançları açığa vurduklarını söylediğine göre (örn. 7:120-126),
burada “onun halkı” ya da “onun kavmi” ifadesiyle işaret edilmek istenenin
sadece İsrailoğulları'nı değil, hem onları hem de Mısırlıları, yani, Hz.
Musa'nın içinde yaşadığı bütün bir Mısır toplumunu kapsadığı rahatlıkla
düşünülebilir. Nitekim, müteakip cümlecikte geçen ve açıkça Mısır toplumunun “ileri gelenleri”ni
ifade eden “onların seçkinler
topluluğu” terimindeki aidiyet zamiri de bu görüşü desteklemektedir.
106 Lafzen,
“kötülük yönünde iğvâ, ayartı” (fitne).
107 Lafzen,
“dua ya da ibadetin istikametine (kıble)”
-İsrailoğulları'na, kendileri için tek kurtuluş yolunun Allah'tan yana hep
bilinç ve duyarlılık göstermekten, kendilerini sonuna kadar O'na ve O'nun
dâvâsına adamaktan geçtiğini ifade eden bir mecaz. Çoğunlukla “Mısır” olarak
tercüme edilen mısr sözcüğünün
birinci anlamı gerçekte “şehir” ya da “başşehir”dir.
108 Klasik
müfessirlerin çoğuna göre yudillû (saparlar,
yoldan çıkarlar) fiilinin başında bulunan li
takısı, bu anlam akışı içinde lâmu'l-‘âkibe
(sonuç bildiren lâm) durumunda olup, çok yerde olduğu gibi “için” ya da
“diye” sözcükleriyle aktarılabilecek bir amaç ya da niyet belirtmez. Bizim
burada li takısı için benimsediğimiz
“bunun sonucu olarak” şeklindeki ifade, Allah'ın kendilerine bahşettiği kudret
ve zenginliği O'na şükranlarını belirtecek yönde değil de, insanları O'nun
yolundan çevirmekte kullanan Firavun ve onun seçkinler topluluğuna karşı Hz.
Musa'nın duyduğu ahlakî tepkiyi dile getirmeyi amaçlamaktadır.
109 Lafzen,
“sizin, ikinizin duası”. Burada hitab edilen iki kişi, bir sonraki cümlede de
sözü geçecek olan Hz. Musa ile Harun'dur.
110 Lafzen,
“tâ, boğulayazdığı zaman ... dedi”. Hz. Musa ile Firavun'un kıssası, sonrakinin
İsrailoğulları'na uyguladığı baskı ve zorbalık ve İsrailoğulları'nın kurtuluşu
hakkında bkz. Çıkış i-xiv ve özellikle (Kur’an'ın yukarıdaki ayetiyle ilgili
olarak) İsrailoğulları'nın mucizevî kurtuluşunu, Firavun ve ordusunun kötü
akibetini ayrıntılı bir biçimde anlatan xiv. bâb. Akıldan çıkarılmamalıdır ki,
gerek Kitâb-ı Mukaddes'de, gerekse sözlü Arap kültüründe yer alan tarihsel olay
ve menkıbelere ilişkin Kur’ânî atıfların hemen hepsinde amaç bu olayları hikaye
etmek, dikkati olay örgüsünün kendisine çekmek değil; olay örgüsünün altında
yatan özel ahlakî derse dikkat çekmek, onu gün ışığına çıkarmaktır: bu durum,
bu îma ve atıfların Kur’an'ın bütününe dağılmış bir bütünün parçaları halinde
olmasını da açıklamaktadır.
111 Yani,
“Ancak şimdi mi, bunun için vaktin çok geç olduğu şu an mı tevbe ediyorsunuz?”
Karş. 4:18 “Ölüm anına kadar kötülük işleyip duran, ama o an gelip çattığında
‘Şimdi tevbe ediyorum’ diyenlerin tevbesi kabul edilmeyecektir.”
112 Lafzen,
“Seni bedensel olarak kurtaracağız”: Bununla muhtemelen, eski Mısırlıların,
krallarının ve seçkinlerinin cesetlerini mumyalayarak gelecek kuşaklar için
saklamak yolundaki gelenekleri îma ediliyor. Bazı eski Mısır uzmanları
Kur’an'da ve Kitâb-ı Mukaddes'de sözü geçen “zalim Firavun”un II. Ramses (M.Ö.
1324-1258 dolayları) olduğunu ileri sürerken, bazıları da onu talihsiz selefi
Tut-ankh-amen'le ya da M.Ö. 15. yüzyılda yaşamış olan III. Thotmes (yahut
Thutmosis)'le özdeşleştirmektedirler. Ama bütün bu “özdeşleştirmeler” yalnızca
zan ve tahmine dayanmakta olup tarihsel olarak belgelenmemiştir. Akılda
tutulmalıdır ki, Kur’an'da geçen “Firavun” (Kur’an'da fir‘avn) tabiri bir özel isim olmayıp Eski Mısır'da bütün krallar
için kullanılan bir ünvandan ibarettir.
113 Lafzen,
“İsrailoğulları'nı güzel ve emin bir yere yerleştirdik” -sıdk terimi, hemen bütün müfessirlere göre, bu anlam örgüsü içinde
“güzel ve emin” anlamına gelmektedir.
114 Bu
ayeti tefsir ederken Râzî şunları yazıyor: “Tevrat'ı okuyup incelemeye
başladıkları güne kadar Hz. Musa kavmi aralarında çekişmeye düşmeden, tek bir
dinî inanç ve görüş üzerindeydiler (‘alâ
milletin vâhide); ne zaman ki Tevrat'ı incelemeye başladılar, o zaman
[muhtelif] meselelerin, yükümlülüklerin farkına vardılar ve bunların yorumunda
aralarında görüş ayrılıklarına düştüler. Bu anlamda, [yukarıdaki Kur’an
ayetiyle] Allah açıklamaktadır ki, bu kabil görüş ayrılıkları kaçınılmazdır (lâ-budd) ve bu dünya hayatında hep
olacaktır”. Râzî'nin psikolojik vukuf arzeden bu isabetli yorumu, zihinsel
planda başka açılar kullanıp başka görüşler benimseme yatkınlığının, yani
ihtilaf ve çekişmenin insan tabiatının ayrılmaz bir parçası olduğunu açıkça
dile getiren Kur’ânî söylemle de bağdaşmaktadır (bkz. 2:213 ve 253. ayetlerin
son cümleleri ve ilgili notlar; ayrıca 23:53 ve 30. not).
115 Bazı
müfessirler 94. ve 95. ayetlerin Hz. Peygamber'e hitab ettiğini söylemişlerdir.
Oysa bu görüş, 95. ayette, “Allah'ın ayetlerine yalan gözüyle bakan kimselerden
olma” öğüdü gözönünde bulundurulursa bizce gerçeğe son derece aykırı
gözükmektedir, çünkü açıktır ki, Allah tarafından peygamber olarak seçilen
birinin bu öğütle işaret edilen günaha düşmesi muhaldir. Sonuç olarak Râzî, bu
iki ayeti genel olarak insana hitap
olarak ele almakta ve “sana indirdiğimiz şey” ifadesi de bizim anladığımız
şekilde, insanlığa vahiy yoluyla ulaştırılan, tebliğ edilen hakikat bilgisi
olarak açıklanmıştır. Bu yorum ayrıca, yukarıdaki bölümün, son ilahî kitap olan
Kur’an'la insanlığa bahşedilen hidayetten söz eden 57-58. ayetlerle de yakından
ilgili olduğunu göstermektedir.
116 Yani,
Yahudi ve Hristiyanlara. Burada “okumak” eylemi, zaman içinde metin olarak
tahrifata uğramış olsa da, hâlâ içinde Muhammed (s)'in bir peygamber olarak
zuhuruna açık işaretler taşıyan ve dolayısıyla onunla vahyedilen mesajın
doğruluğunu belgeleyen Kitâb-ı Mukaddes'e inananların inancıyla mecazî bir eş
anlamlılık ifade etmektedir. En geniş anlamıyla yukarıdaki ayet, insanoğlunun
dinî tecrübenin kesintisiz devamlılığına ve Kur’an'da sıkça değinildiği üzere
Allah elçilerinin hepsinin tek ve aynı gerçeği tebliğ ettiklerine işaret
etmektedir. (Bkz. bu konuda, 5:48'in ikinci paragrafı ve ilgili 66 ve 67.
notlar.)
117 Bkz.
yukarıda 33. ayet ve 53. not; ayrıca 14:4 üzerine 4. not.
118 Zımnen,
“kendilerine, inanmanın artık hiçbir yararının olmayacağı Gün'e kadar”:
Bununla, tam boğulma anında Firavun'un “imana gelmesi”nden söz eden 90-91.
ayetlere atıf yapılıyor olmalı. Karş. keza 4:17-18.
119 Lev-lâ
(“olmasaydı” ya da “... için değilse”) edatı bazen hel-lâ edatıyla eş anlamlı olarak kullanılır ve bu durumlarda
“niçin değil?” (“niçin öyle olmadı ..?” ilh.) şeklinde tercüme edilebilir. Ne
var ki, yukarıdaki ifade için sözkonusu edatın ne soru haliyle tercümesi, ne de
yukarıda belirtilen harfiyyen tercümesi sözün amacını vermeye yetmemektedir.
İfadenin anlamı ancak, lev-lâ
edatının -yukarıda belirtilen birinci dereceden anlamları yüklenmesi dışında-
ayrıca hurûfu't-tahdîd denen ve
ısrar, teşvik bildiren edatlardan biri olduğu hatırlanınca açıklık kazanıyor.
Bu yanıyla edat, gelecek zaman kipinde çekilmiş bir fiilden önce geldiği zaman,
bir şeyin yapılması yönünde çabukluk bildiren bir teşvik ve yüreklendirme; geçmiş
zaman kipinde çekilmiş bir fiilin önünde ise, yukarıdaki ifadede olduğu gibi,
birinin yapması gereken bir işi yapmamış olmasından ötürü bir esef, kınama ya
da yazıklama ifade etmektedir. Modern İngilizce'de bu anlamıyla edatın deyimsel
bir karşılığı yoktur. Kanaatimizce edat için en yakın karşılık arkaik
İngilizce'de, derin bir esef ve kınama ifade eden “heyhat (alack)!”
(muhtemelen, kayıp ya da talihsizlik durumunda söylenen “ah! lack!” ifadesinden
türemiş olmalı) ünlemi olurdu. Ne var ki, bu ünlemin kullanılması, fazlasıyla
eski, fazlasıyla tumturaklı olduğundan bizce yerinde olmayacaktı. Sonuç olarak,
arkaik “alack” sözcüğünün ifade gücünü taşımasa da, daha sık kullanılan “alas”
(yazık; ne yazık!) sözcüğünü tercih etmek zorunda kaldık. Yine de okuyucu her
halükarda akılda tutmalıdır ki, yukarıdaki pasaj her ne kadar bir şart cümlesi
ya da soru cümlesiymiş gibi görünse de, çok açık bir biçimde başta Taberî olmak
üzere pek çok klasik müfessirin belirttiği gibi, aslında “ne yazık ki, (şimdiye
kadar) hiç olmadı ...” şeklinde bir hüküm
ifadesi ortaya koymaktadır.
120 Kur’an
pek çok yerde işaret etmektedir ki, hiçbir peygamber halkının bütün bireylerince öyle hemen hoş
karşılanıp benimsenmedi; tersine, üyelerinin çoğunluğunun ilahî mesajı
dinlememek konusunda gösterdikleri inatçı direnme yüzünden nice toplumlar helak
oldu, ziyan olup gitti. Bunun tek istisnasının, Yunus Peygamber'e önceleri
karşı çıkan (öyle ki bu yüzden “Yunus öfkeyle çıkıp gitmişti”: karş. 21:87) ama
sonra o'nun çağrısına topluca icabet edip kurtulan Ninova halkı olduğu ifade
edilmektedir. Yunus kıssası için bkz. 21:87-88 ve 37:139-148 ve ilgili notlar;
Kur’ânî atıflara aykırı düşmeyen daha ayrıntılı bir anlatım Kitâb-ı Mukaddes'de
yer almaktadır (Yunus'un Kitabı). Söz konusu pasajın anlam örgüsü içinde,
gelmiş geçmiş toplumlar arasında peygamberlerine iş işten geçmeden kulak verme
basiretini göstermiş tek toplum olarak Hz. Yunus'un kavminden söz edilmesi,
“haklarında Rablerinin sözü gerçekleşmiş olan kimseler” (bkz. 96. ayet)
tarafından Kur’an mesajının bile bile reddedilmesinin onlarda manevî bir çöküşe
ve dolayısıyla ahirette de çetin bir azaba yol açacağı gerçeğiyle Kur’an
dinleyen, okuyan insanları uyarmak içindir.
121 Lafzen,
“bir zaman için”; yani toplumsal süreçlerle doğal olarak belirlenmiş ayakta
kalma süresi (bkz. Menâr XI, 483).
122 Kur’an
tekrar tekrar şu gerçeğin altını çizmektedir: “Eğer O dileseydi hepinizi doğru
yola yöneltirdi” (6:149). Bu açıkça şu anlama geliyor: Allah insana doğru ile
eğri arasında seçim yapma serbestisini
bahşetmiş ve böylece onu, yalnızca doğal güdüleriyle, içgüdüleriyle yaşayan
öteki canlılardan ayırarak ahlak meselesi
olan üstün bir varlık statüsüne yükseltmiştir. Bu konuda bkz. 6. sure, 143.
not; ayrıca, Düşüş ya da cennetten çıkarılma temsîliyle bağlantılı olarak 7.
sure 16. not.
123 Yani,
doğruyla eğriyi ayırd etme yetisi de dahil, insan doğasına yerleştirdiği kuvvet
ve yatkınlıklar yanında bir de bizâtihî Allah'ın yol göstermesi olmadıkça.
İnsanın ahlakî seçim konusundaki özgün iradesi, insanın kendi Tanrı vergisi
doğasına, yani, fıtratına uymaktaki istekliliği ya da isteksizliğiyle kendini
belli ettiğine göre, imana erişmenin, son tahlilde Allah'ın hidayet ve
inayetine bağlı olduğu söylenebilir. (Bu konuda karş. 2. sure, 19. not; ayrıca,
14. sure, 4. not).
124 Karş.
8:22 ve 55; ayrıca ilgili 58. not. Karşılaştırma için işaret edilen ayetlerde
olduğu gibi, yukarıdaki ayette de inançsızlık, kişinin ister peygamberlere
indirilen vahiyle doğrudan ifade edilsin, ister -Kur’an'ın bundan sonraki
ayette bir kere daha altını çizdiği üzere- yaratılmış âlemdeki gözlenebilir
olgularda insanın müşahede ve
idrakine açık tutulmuş ayetler, alamet ve işaretler yoluyla ifade edilmiş olsun
Allah'ın mesajlarını anlamak, algılamak noktasında aklını kullanmaya peşinen isteksiz olmasının bir sonucu
olarak gösterilmektedir.
125 Ayetin
başında yer alan bizim uzun, açıklayıcı ilavemiz, herkesten çok Zemahşerî'nin
ayet hakkındaki açıklamalarına dayanmaktadır. Böyle bir açıklayıcı ilaveye
şunun için ihtiyaç duyulmuştur: Ayetin başında yer alan sümme (“bunun üzerine” ya da “bundan sonra”) zarf bağlacı burada
sözün akışını önceki ayetten bu ayete dolaysız bir geçişle aktarmamakta, fakat
sözü, Kur’an'da sıkça tekrarlanan bir temaya, yani önceki peygamberlerin
inatçı, direngen toplumlarla yaşadıkları tecrübeye, inkarcıların uğradığı azap
ve bozguna, ve netice olarak peygamberlerin ve onlara uyanların eriştikleri
kurtuluşa bağlayarak, yukarıdaki 102. ayetle kurulması beklenen bağlantıyı
dolaylı bir şekilde kurmaktadır. Reşid Rıza bu pasajı, haklı olarak, Kur’an'da
yer alan vecîz, kısa ve özlü söyleyiş tarzının (îcâz) başta gelen örneklerinden biri olarak nitelendirmektedir (Menâr XI, 487).
126 Râzî, hakken ‘aleynâ (lafzen, “Üzerimize hak
olarak/Üzerimize borç ya da görev olarak”) ifadesini, bu sözün, Allah için bir
görevliliği, bir zorunluluğu değil, fakat sadece mantıkî bir gerekliliği, yani
Allah'ın gerçekleştirilmesini Kendi üzerine aldığı, gerçekleştirileceğini vaad
ve irade ettiği, böyle olunca da gerçekleşmesi artık kaçınılmaz olan şeyi dile
getirdiğini söyleyerek açıklamıştır. Çünkü ne mutlak kudret ve irade sahibi
olan Allah'ın bir “görev”, bir “zorunluluk” altında olduğunu düşünmek doğru
olur, ne de Râzî'nin belirttiği gibi, insanın, yaratıcısı üzerinde herhangi bir
“hakkı” ya da “alacağı” olduğunu düşünmek doğru olur.
127 Zımnen,
“ve Hesap Günü yaptıklarınıza şahitlik ederim.” “Kulluk ettiğiniz varlıklara”
cümleciğinde ellezîne zamirinin
kullanılması, işaret edilen varlıkların cansız ve temsîlî şeyler değil, azîz ya
da velî olarak bilinen akıl sahibi varlıklar olduğunu gösteriyor. Burada “iman”
olarak çevrilmiş olan dîn terimine
gelince, bu konuda 2:256 üzerine 249. notun ilk yarısına bkz.
128 Bu
anlam akışı içinde Allah'a, yaşayan bütün yaratıklara ölümü takdir eden
vasfıyla yapılan atıf, hakikati inkar edenlere, ölümden sonra O'nun huzurunda
hesaba çekileceklerini hatırlatmak içindir.
129 Klasik
Arapça'da ve özellikle de Kur’an'da “yüz” sözcüğü, insanın kişiliğini bedenin
diğer kısımlarından daha iyi ifade ve temsil ettiği için, çoğu zaman kişinin
bütün vasıflarını ifade eden mecazî anlamıyla kullanılır (karş. 2. sure, 91.
not). Hanîf terimine ilişkin bir
açıklama için bkz. 2. sure, 110. not.