90/BELED
Suyûtî, bu sureyi Mekke döneminin
ortalarına ait gördüğü halde (50. sureden -Kâf-
sonra), Muhammed (s)'in peygamberliğinin ilk yıllarına ait olması daha kuvvetli
bir ihtimaldir.
1 BEN bu
beldeyi tanıklığa çağırırım, 2 senin
serbestçe yaşadığın bu beldeyi,1
3 ve
[tanıklığa çağırırım] anne-babayı ve çocukları:2
4 Gerçek
şu ki, Biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan [ile yüklü bir hayat]a gönderdik.3
5 İnsan,
kimsenin kendi üzerinde güç sahibi olmadığını mı zannediyor?
6 Övünüp
duruyor: “Ben, yığınla servet tükettim!”4
7 Peki,
kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?5
8 Biz
ona iki göz vermedik mi? 9 Bir dil
ve bir çift dudak,6 10 ve ona [kötülüğün ve iyiliğin] iki yolunu da göstermedik mi?
11 Ama o,
sarp yokuşa tırmanmayı denemedi...
12 Bilir
misin nedir o sarp yokuş?
13 [O,]
boynunu [günah zincirinden] kurtarmaktır;7 14 yahut
[kendi] aç iken (başkasını) doyurmaktır, 15
yakını olan bir yetimi, 16 yahut
toprağa uzanıp kalmış olan [yabancı] bir yoksulu, 17 ve imana ermişlerden ve birbirine sabrı ve merhameti tavsiye
edenlerden olmaktır.
18 İşte
böyleleri dürüstlüğe ve erdemliliğe erişmiş olanlardır;8 19 Bizim
mesajlarımızın doğruluğunu inkara şartlanmış olanlar ise kötülüğe batmış
kimselerdir, 20 üzerlerine salınmış
ateş [ile].9
DİPNOTLAR
1
Lafzen, “sen bu beldede serbestçe otururken”. Klasik müfessirler, beled terimine “şehir” anlamı vermişler
ve hâze'l-beled (“bu şehir”)
ibaresinin Mekke'yi anlattığını ve ikinci ayetteki “sen” şahıs zamirinin ise
Muhammed (s)'e işaret ettiğini belirtmişlerdir. Mekke'nin kutsallığı Kur’an'da
defalarca vurgulandığı için bu yorum makul görünmektedir, ancak ayetlerin
devamı ve surenin tümünün genel havası, daha geniş kapsamlı ve daha genel bir
yoruma imkan vermektedir. Bana göre, hâze'l-beled
sözleri ile “bu insanlık yurdu”, yani yeryüzü kasdedilmektedir (ki bu ikinci
terim, birçok dilbilimciye göre, beled'in aslî anlamlarından biridir). Sonuç
olarak diyebiliriz ki, 2. ayetteki “sen” zamiri, genel olarak insana râcidir ve
“tanıklığa çağırılan” da, onun yaşadığı dünyevî hayattır.
2
Lafzen, “doğuranı ve doğurduğunu”. Taberî'nin ikna edici açıklamasına göre bu
ibare, “her anne-baba ve bütün çocukları” anlamına gelir: yani, baştan sona
bütün insan soyu. (Vâlid müzekker
şekli, elbette, hem erkek hem kadın ebeveyni göstermektedir.)
3 Kebed terimi, “acı”, “sıkıntı”,
“zorluk”, “baskı”, “imtihan” vb. kavramlarını kapsadığından ancak yukarıdaki
gibi bileşik bir ifade ile çevrilebilirdi.
4 Kendi
kaynaklarını -ve dolayısıyla, imkanlarını- bitip tükenmez gördüğüne işaret.
“İnsan” teriminin burada “insan soyu” anlamında kullanıldığını unutmamalıyız:
bu nedenle, yukarıdaki övünme, -dinî gerilemenin ve zayıflamanın yoğunlaştığı
bütün dönemlerin karakteristiği olan-insanın önündeki güç imkanlarının sınırsız
olduğu ve bu nedenle dünyevî “menfaatler”in doğru ile yanlışın tek ölçüsü
olduğu şeklindeki yaygın inancın mecaz yoluyla ifadesidir.
5 Yani,
“kendinden başka kimseye karşı sorumlu olmadığını mı sanıyor?”
6 Yani,
Allah'ın varlığı hakikatini tanıması ve bu hakikati dile getirmesi yahut en azından
hidayeti istemesi için.
7
Beğavî tarafından nakledilen ‘İkrime'nin ve ayrıca Râzî'nin yorumu. Fekku rakabe ibaresi, alternatif olarak,
“insanoğlunu boyunduruklarından kurtarmak” şeklinde de çevrilebilir (karş.
2:177, not 146). “Boyunduruk/zincir” terimi, burada, “kölelik” olarak
tanımlanabilecek olan bütün tutsaklık ve sömürü -sosyal, ekonomik veya politik-
biçimlerini kapsar.
8
Lafzen, “sağdaki/sağ taraftaki insanlar (ashâb
)”: bkz. 74:39, not 25.
9 Yani,
öteki dünyada “[günahkarların] kalpleri üzerinde yükselen” ve “onları kuşatan”
ümitsizlik/çaresizlik ateşi: karş. 104:6-8 ve ilgili not 5. “Kötülüğe batmış
kimseler” şeklinde çevirdiğim ibare, lafzî olarak, “sol tarafın insanları (el-meş’eme )” şeklindedir.